ALINTI ANILAR

Ali YÜCE (1928 Yayladağı - öt. 29.04.2015 Ankara) Düziçi Köy Ens. 1951 mz
YAŞAM OYKUM
Ali YÜCE (1928 Yayladağı- 29.04.2015, Ankara)
1928'de Yayladağı'nın Hisarcık Köyünde doğdum. Doğar doğmaz başladı kavgam. On sekiz yaşıma dek köyde çobanlık, ırgatlık yaptım. Keçileri kurt boğdu, kötü söz yedim, sille yedim. Bir kilo unluk için sabahtan akşama dek sırtımda taş çektim. Kök sürdüm, kör kazma ile.
Bir hasır parçasının üstünde başladı öğrenimim. Öte dünyayı karış karış dolaştım. Hatay Fransızlardan kurtarıldığı zaman, Atatürk'ü öğrendim. Türk olduğumu öğrendim. Yeni abc ile, köyümde açılan "Gece Mektebi"nde tanıştım. Okuma yazmayı öğrendim. Şapka giyme kampanyasında şapka alacak yirmi beş kuruşum olmadığı için çerçi kâğıdından şapka yapıp giydim. Hocadan doyasıya falaka yedim. Öte dünyadan kaçıp bu dünyaya ayak bastım.
Hem davar güttüm, hem ilkokulu dışarıdan bitirdim. Düziçi Köy Enstitüsü'ne, kaçarak gittim. Köy, yerinden oynadı. "Molla Ali, gavur yazılmış" diyerek hayıflandılar. Şimdi de sürüp gider bu hayıflanma. "Eğer eski mektebi okusaydı, şimdi büyük bir müftü olurdu. Yazık etti kendi kendine" diyerek acırlar. 1951 'de Düziçi Köy Enstitüsü'nü bitirdim. Hatay'ın köylerinde, kasabalarında on yıl ilkokul öğretmenliği yaptım.
Bir yandan da on yıl boyunca boş zamanlarımda kendi kendime İngilizce öğrendim. 1961'de Gazi Eğitim Enstitüsü İngilizce bölümünü dışarıdan bitirdim. 1977'de Antakya Ticaret Lisesi İngilizce öğretmeni iken emekliye ayrıldım. Hemingway'in İhtiyar Balıkçı romanım anımsarım hep. Balıkçı, ölçüye gelmez korkunç bir çaba ile köpek balığını yakalayıp kıyıya çıkarır ama, elinde yalnızca balığın iskeleti kalır. Emekliye ayrıldığım zaman benim de elimde yaşamın yalnızca iskeleti kalmıştı... Verdiğim bunca çaba ile eşitlikçi bir toplumda kim bilir kaç üniversite bitirilir, kim bilir kaç bilimsel çalışma yapılırdı.
Oğlak çobanı iken henüz ot yemeyi bile beceremeyen bir oğlak, ağanın ekinine girmişti. Hemen koşup çıkarmıştım. Ama kaşla göz arasında ağa at üstünde yetişip beni kırbaçlamıştı. Yetmiş yaşıma geldim; çektiğim bütün çileleri, sıkıntıları, acıları, unuttum ama o derebeyi kalıntısının kırbacını unutmadım. Kırbacın kabarttığı boynum hep ağrıyor. Ölünceye dek de ağrıyacak.
Ed. Mehmet Karasu-Nebihe Karasu, Hatay harmanından Ali Yüce, Antakya: 2012, s.8-9


YEDİ BAŞLI DEV:DÜZİÇİ KÖY ENSTİTÜSÜ ÖĞRENCİ YEMEKHANESİ..
Köy enstitüsü öğrencileri 1944'lerde yapmışlar.Ben okurken de yemekhane görevini görüyordu(1964-70).Bayrak tören alanının altındaki bu bina,kuzey ,güney yönünde on metreye yüz metre boyutunda kocaman bir binaydı.Güney tarafından iki kapıyla binaya girilirdi.Giriş kapılarının üstünde küçük odalar vardı.Biz okurken bu odalardan okul içine radyo yayını yapılırdı.Yemekhanenin doğu tarafında beş altı penceresi vardı.İçerisi alabildiğine aydınlanırdı.Tavan da epey yüksekti. Binanın içinde hiç taşıyıcı sütün yoktu.Öyle bir ustalıkla yapılmış ki koca bina kendini taşıyabiliyordu.Yemekhanenin batı duvarında ve giriş kapısı duvarında iki büyük resim -tablo vardı.Birisi karpuz ve meyve diğeri ise bir ağaçlı manzara resmi.Yemekhane beş altı yüz öğrencinin yemek yiyeceği büyüklükteydi.Onar kişilik masalara oturup yemeklerimizi yerdik.
Kuzey ucunda bir sahne vardı.Sahnenin önünde de öğretmenlerimiz yemeklerini yerdi..Hemen sol tarafındaki kapıdan aşağı fırına ve aşçıların olduğu dış bölümlere geçilirdi.Sahne çok amaçlı kullanılırdı.Tam ölçülere uygun bu sahnede,tiyatro oyunları,müzik koroları,münazaralar(yapılır),ve hafta sonları sinema filmleri izlenirdi.Sahnenin üst alnında sevilen ,çalışkan resim öğretmenimizin, bir sanat eseri olan Şakir Candemir'in yazdığı ATATÜRK'ÜN şu anlamlı sözü vardı."Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır;Fakat,Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."
Bir bina bu kadar sağlam ve bu kadar çok amaçlı nasıl yapılmıştır.?Ancak ,bu Köy enstitüsü kafasıyla yapılabilirdi.O günün yokluklarında yoksul köy çocukları ve vatansever öğretmen ve yöneticileri bu görevi hakkıyla yapmıştı.O koca yemekhanede ne tatlı anılarımız vardı.Yüz kişi birden dersliklerden yemekhaneye .koşardık.Masalarımıza nöbetçi öğrenci arkadaşlarımızca konmuş hazır yemekleri bir arkadaş bölüştürürdü.Kıymalı makarna çıkmışsa keyfimize diyecek yoktu.Belki istediğimiz kadar yemek olmuyordu,belki sevmediğimiz yemekler çıkıyordu.Ama sonuçta karnımız doyuyordu. Zamanında yemeklerimiz hazır oluyordu.1968-69 yıllarında ,müdürümüz saygıdeğer insan Akif Korkmaz,tarım alanına çıkışta sol tarafa yeni bir tiyatro ve sosyal etkinliklerin yapılabileceği salon yaptırdı.Bir çok işinde biz öğrenciler de çalıştık.Sonraki bir konuşmamızda Akif bey,"Bu binayı ucuza yaptırdığımız için soruşturma geçirdik."demişti.Artık bu gün son resimlere baktığımda o yedi başlı dev gibi olan yemekhane binamızın yıkılmak üzere olduğunu görüyorum.Bu duruma da çok üzülüyorum dostlar çok üzülüyorum..İşte bunun için de Köy enstitülerine ve Öğretmen okullarına özlem duyuyorum..
21-02 -2021  MEHMET KILIÇOĞLU


İHSAN KUTLU DAN:
B    BİR ÖNEMLİ KONU: KÖY ENSTİTÜSÜ 
      Gruplarından bazıları, tıpkı ENSTİTÜLERİ KAPATANLARA benzer tavır ve anlayışla hareket ediyorlar. ŞÖYLE: Öncelikle bu GRUPLARIN TEK ve BİRLEŞİK olması gerekiyor. 
        İKİNCİSİ: Enstitüsü çıkışlı saygıdeğer insanları biz gördük, konuştuk, ortak çalıştık; sanırım onları hiç görmeyenler adeta TEKEL kurma havasında davranıyorlar. 
      ENSTİTÜ bir büyük projeydi: aydınlanma, halkı kazanma, onları gericiliğin, cehaletin basksısndan kurtarma ülküsüydü. Enstitü kapandı, ama üzerine oturduğu MADDİ TEMEL, sistemi - programı YOK Edilmedi. DÜZİÇİ mezunları bilirler: Devlet Üretme Çiftliü gibi bahça ve tarlalarımız, haramız, kümesimiz Aralarından çıkan Yazarları elüstünde tuttuk; Bunlardan Şair Ali Yüce, Dursun Akçam, Şevket Yücel, FFakir Baykurt... birlikte çalıştığımız, sohbet ettiğimiz büyüklerimizdi. 
     ENSTİTÜ KAPATILDI ama MİRASINI Enstitülerdeki ÖĞRETMEN OKULLARI Devraldı. O RUH, Enstitü geleneği asla ölmedi. TÖS Hareketini onlar yarattı; Enstitülü abilerle Öğretmen okullarından mezun olanlar. Onlar Yılmadan, boyun eğmeden kavgalarını sürdürdüler. Hapse atılan, sürülen, linç edilen, öldürülen hep onlardı. 12 Mart 1971 zulmünden sonra tüm baskılara karşın TÖB - DER Hareketini de Öğretmen Okulları çıkışlılar yarattı ve yalnız Devlet Basksıs değil bir de TERÖR kurbanı oldular. 
     Asıl darbe, MC HÜKÜMETİ döneminde tüm Enstitülerin Faşist iğgal altına girmesi ve kısa bir arada İşgali sona erdirmek için kısa dönemde Öğretmen yetiştirmesi sırasında oldu. 12 EYLÜL ise yalnız öğretmen Hareketini yoketmekle kalmadı, EĞİTİMİ yoketti: Bugün ise MEDRESE Eğitimi egemen kılınarak Osmanlılardaki MEKTEP - MEDRESE sorununu gerici çizgide çözdü. 
     BU SÜRECİ Birbirinden koparırsak, KÖY ENSTİTÜLERİ Projesini MÜZELİK hale getirir, Arkeologların ve araştırmacıların bir özel alanı yaparız. Gelişmeyi bir noktada dondurmak ve mikroskap altında incelemek SOSYAL bilimlerde geçersizdir. ENSTÜTÜLERİN bence bu parspektife ve bilince sahip insanlarca ele alınması en bilimsel yoldur. 
                                                                                                             Saygılarımla İHSAN KUTLU



Anılar,gençlik yılları ve HARUNİYE ---------------------------------------------- -----HARUNİYE DESTANI------ Yine Haruniye geldi aklıma, Yazıyorum kalem aldım elime Kimler geldi geçti sayayım hele Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. Cankurtaran dere aman bilmezdi Yağmur kesilmezse seli durmazdı Abbas Osman,Velleş seli gözlerdi Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. Toraman güveci nefis yapardı Terzi Niyazi ceketin dikerdi Şarapçı şarabın ,gazın satardı Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. Hanifi amca var otel beklerdi Kara Zobu çayı demli yapardı Tıraş Hasan oyuncağın satardı Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. Kalaycı Hüseyin bakır parlatır Ali Kaya dükkanında oturur Çelikkıran şireli şeker satar Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. Salim Algan Dutlu Kahve dir yeri Ömer Mehmet Demirel in rehberi Göçmen Salih fırıncıların piri Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. Mümin satar el lambası ve pili Tatlıcı Kadir in Şam Tatlı dili Tahir Usta nınsa nefis şalgamı Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. Ali Yayvan çimentonun patronu Divil Ahmet ayakkabı uzmanı Gedik Ali satar yoğurt, reçeli Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. Terzi Ali dili biraz takılır Yusuf Bey kumaşın iyisin bilir Düldül Mustafa var sakalı yülür Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. Deli Kadir matarası belinde Doktor Yılmaz reçetesi elinde Korkut amca bakkal çınar dibinde Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. Manav Yılmaz sebzesini dizerdi İbrahim Avşar yandan ayrılmazdı Banı Bekir güzel gömlek satardı Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. Lütfü Fettahoğlu,Cevdet Yeşil var Eski belediye başkanı bunlar TÖS ü de açmıştı tüm öğretmenler Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. Sonra Sedat belediye başkanı Nuri Çavuş zabıtanın amiri Sucu Halil vardı musluk tamiri Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. Güzelleri sinemada oturur Sinemacı Haydar filim oynatır Çekirdek ve kola orda satılır Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. KUZUCU der Harnı başka bir güzel Kışı ılık yazı pek sıcak değil İnsanları elit ,doğası yeşil Ne güzeldi Haruniye O YILLAR. --------------------M.ALİ KUZUCU Şiirde ismi geçen herkese Allah tan rahmet diliyor,sayğıyla anıyorum.
PARASIZ YATILI- 5 Yetmişli yılların tam ortalarıydı. Ülkedeki siyasal iklim değişmişti. Yeni bir ikdidar ülkeyi yönetmeye başlamıştı. O yıllarda, 21'i Köy Enstitülerinin devamı, 87 öğretmen okulu vardı. Öğretmen okulları genel müdürlüğüne " komando" diye bilinen biri getirilmişti. Okulun müdürü, idarecileri, eğitim şefi görevlerinden alınarak başka yerlere sürgün edilmişlerdi.Bu arada bir çok yurtsever öğretmen de sürgün edilmişti. Onların yerlerine yenileri göreve başlamışlardı. Ancak yeni müdür dahil, idareciler öğrencilerin çoğunluğu tarafından sevilen, beğenilen kişiler değillerdi. Bu arada öğretmen kadrosu da hızla değişiyor yeni komandolar okula dolduruluyordu.Meslekten öğretmen olmayan müdürün göreve gelmesiyle huzursuzluklar artmaya başlamıştı, her tür provokasyona açık bir ortam oluşmuştu. Okulun iklimi değişmişti. Hiç bir şey eskisi gibi değildi artık. Soluk Sarı ışıklı lambalar okulun her tarafını aydınlatmaya çalışırken yollar ıssızlaşırdı. Gündüzleri sıcaktan kavrulan yollar, alanlar, çamlık, akşamları tenha bir serinliğe kavuşurdu.Yaşlı Çam ağaçlarının yoğunlukla olduğu yatakhanelerin çevresindeki ormanvari alanlar ürkütücü olmayan tanıdık bir karanlıkla kaplanırdı akşamları. Karanlığın içinde yıldız ışıltısı gibi yanıp sönen sigara ateşlerini görürdük bazen. Yolların kenarları, binaların çevresi, Revirin arka tarafları her taraf ağaçlarla doluydu. Üstümüzdeki lacivert gökyüzünün altın sarısı yıldızları, çok uzaklarda olsalar da ışığı üstümüze düşerdi. Bulutsuz yaz gecelerinde üstümüzdeki o lacivert ve ışıklı bir kubbe bizleri korurdu. Altta Sarı ışıklı elektrik lambaları, üstte ise yıldızlar. Doğanın insan eliyle eşsiz bir değişime uğrayıp enfes manzaralar sunduğu okulumuzda "güvercin tedirginliği" ile yaşamaya başlamıştık. Yemeklerin kalitesi çok düşmüştü. Kurtlu pirinçten pilav yaptırıp önümüze koymaya başlamışlardı. Bizler ise karavanaları ters çevirip, kaşıklarla karavanaların üste gelen alt kısımlarına vurarak protesto ediyor ve yemekhaneyi topluca terk ediyorduk. Bize uzak ve düşmanca bakan bir yönetim vardı. Sabahları bakır tabakların içine tıka basa doldurulmuş sapsarı bir peynir veriyorlardı. Aynı şekilde peynir tabaklarını da ters çevirip protesto ediyor ve yemiyorduk o tatsız peynirler. Sudan sebeplerle soruşturmalar yapılıyor disiplin kuruluna gönderiliyordu arkadaşlarımız. Sistemli ve planlı bir saldırı uygulanıyordu. İdare odalarında daktilolarda sürgün kararları yazılıyordu. Harflerin kağıda vurmasıyla çıkan daktilo sesi çok uzaklardaki temiz, çalışkan, yurtsever ve yoksul ailerimize kadar ulaşıyor ve kara kaygılara, umutsuzluklara dönüşüyordu. Pelür ya da teksir kağıtlarına yazılan ve düzmece sebeplerle verilen sürgün kararları sarı zarfların içinde ellerimize tutuşturuluyordu. En yiğit, en başarılı, en yetenekli pırıl pırıl ağabeylerimiz ve arkadaşlarımız okuldan atılıyor ve okuma hakları ellerinden alınmaya çalışılıyordu. Büyük emek ve çalışmayla girdikleri, yıllarca okudukları okullarından, bir işbirlikçi muhabirin şikayeti, ya da yaratılan bir provakasyonun sonucunda koparılıyordu. Bu kabul edilemez soysuz ve arsız saldırıya karşı var gücümüzle direndik ve mücadele ettik. O yıllarda idarenin keyfi ve siyasi kararlarını durduran bir hukuk kurumu, Danıştay vardı. Verilen cezanların yürütmesini durdurup iptal ediyordu. Milli Eğitim Bakanlığı bu kararlar doğrultusunda bizleri başka öğretmen okullarına sürgün ediyordu. Okuma hakkımızı yeniden elde ediyorduk bu yolla. Bir taraftan arkadaşlarımız sürülüp, okuldan atılırken, hangi yolla geldiklerini bilmediğimiz bir sürü komandocuk okula dolduruluyordu. Bunlar olay çıkarmak, idareye muhabirlik yapmak, taciz ve saldılarda kullanılmak üzere okula getiriliyorlardı. Sayısal olarak biz çoktuk sürgünlerle, okuldan atamalarla bitiremiyorlardı. Hem siyasal, hem de kültürel üstünlüğümüzü bir türlü kıramıyorlardı. Öğrenci başkanlığı seçimi yapılıyor bu kadar baskıya rağmen yine biz kazanıyoruz.Okulu bir türlü ele geçiremiyorlardı. Gizli mahfillerde planlar yapılmaya başlandığını biliyorduk. İdareyle işbirliği içinde olan bu güruh, taciz, tehdit ve her türlü saldırıyı yapıyor ama bizler yılmıyor ve direniyoruz. Karanlığın üstümüze üstümüze geldiğinin farkındayız. Korkak, sinsi çakallar ve sırtlanlar gibiydiler. Çevremizdeki karanlığın içinde hain bakışlı gözlerini fark ediyorduk. Fırsat kolladıklarını ve savunmasız bir anımızda bize saldıracaklarını artık çok iyi biliyorduk. Bu nedenle geceleri yatakhanelerde kendi aramızda bir sistem kurduk ve nöbet tutmaya başladık. En azından uyanık olan nöbetçi arkadaşımız uyuyan arkadaşlarımıza saldırıyı haber verebilecekti. Korkak ve kalleştiler. Yatakhenelerin kapılarını üzerimize kilitleyip kendileri dışarıda saldırı planları yapıyorlardı.Bunu çok iyi biliyor ve tahmin ediyorduk. Mart ayının ortaları karanlık bir gecede ve bizler uykudayken, dışarıdan topladıkları saldırgan faşist güruhlar, ellerinde bıçak, zincir, pala, kılıç, muşta ve silahlarla her iki yatakhaneye aynı anda saldırıya geçtiler. Koğuş sisteminde yatan arkadaşlarımıza kıyasıya saldırıp hepsini dövüyor, vuruyor, yaralıyor, pencereden atıyorlardı. Bu nasıl bir vahşet ve saldırganlık??? Okul idaresi ise saldırıyı seyrediyor. Bu kanlı saldırıda yara alanlar revire geliyorlar, bazıları, öğretmen lojmanlarına sığınıyor, büyük çoğunluk cümle kapısının önünde toplanıyor. Çoğu pijamalı, çoğunun ayağında ayakkabısı yok, perişan bir halde üstelik çoğu da yaralı. Kasaba halkı saldırıya uğrayan öğrencilere sahip çıkıyor, evlerine alıyorlar çoğunu, kasabanın tek sineması öğrenciler için açılıyor. Can güvenliği kalmayan öğrenciler ertesi gün bir protesto yürüyüşü yapıp okul yönetimini suçluyorlar ve can güvenliği talep eden bir dilekçeyi müdüre veriyorlar. Baş sorumlu zaten müdür, bunu herkes biliyor. Dışarıda bir hafta süren bir boykot başlatır öğrenciler. Halk öğrencilere yardım eder, kumanya dağıtılır yatacak yerler ayarlanır. Bir çok öğrencinin velisi gelir ve çocuğunu alıp memleketlerine geri dönerler. Sonra boykotta bitirilir, nereye kadar dayanacaksın? Öğrencilerin her biri, bir yere çil yavrusu gibi dağılırlar. Çoğunluk memleketine döner. Daha sonra idare bu öğrencilere boykota katıldılar bahanesi ile "Türkiye' nin hiç bir yerinde okuyamaz" diye cezalar verir. Bir çoğu Danıştay kararlarıyla okuma hakkını yeniden kazanır. Çoğu okur, bir kısmı o sıcak siyasi ortamın etkisiyle çeşitli örgütlerde etkili yerlere gelirler. Bir kısmı çalışmaya başlar. Eğitim hayatı kesintiye uğrar, devam edemez. Yetmişli yılların başında öğretmen okullarına giren çok başarılı bir kuşak siyasi baskı ve saldırılarla önü kesilir, gelecekleri çalınır, ülke yönetiminde, bilimde sanatta, akademide gelmesi gereken yerlere ne yazık ki gelemezler. Ancak düşmanların yapabileceğini, kendisine "milliyetçi" diyen cia ve ABD uşağı alçak ve işbirlikçi ülke yöneticileri ve onların atadığı sözüm ona idareciler yapmışlardır. Bu kuşağın anlatacak ve yarım kalmış çok öyküsü vardır. Hepsine en derin sevgi ve saygılarımla. 5 Temmuz 2020 İbrahim Temiz

Ek yorumlar:

* 1974'te Okul Öğrenci Birliği başkanıydım, öğrenci kitlesi olarak örgütlü ve uyanıktık. Bir grup arkadaşla gece yarılarına kadar okul alanında ve çevresinde devriye gezerdik. Olası iç ve dış saldırlara karşı da donanımlıydık. O gece grip gibi bir soğuk algınlığından yukarı yatakhanede yatıyordum. Devreyelerimiz nöbet tutmamışlardı. Eğer hasta olmasaydım, hepsini suç üstü yakalardık. Olayın ilk faili, ruhsal sorunlu Haruniyeli bir gencin naif sözleriyle gün ışığına çıkmıştı. Okul beklemeler mezun yılında da sürdü; bu durum, matematik, fizik(fizikçi bilerek not kırıyordu) gibi güçlü olduğum derslerde notlarımı da düşürdü. Türkçe ve sosyal derslerde zaten güçlüydüm. Buna rağmen üniversite sınavında 378'in(yılın tavan puan 414'tü) üzerinde puvan almıştım. Çok yüksek puanla öğrenci alan üç üniversite işaretlemiştim, giremedim. Aynı puvanla Gazi Eğitim Fakültesinin matematik bölümü için bildirim gelmişti, yazılmadım.
Okula yönelik provokasyonlar nedeniyle Düziçi kendi geçmişiyle yüzleşmelidir.Yukarıdaki olaydan başka, okuduğum yedi yıllık dönemde iki olay daha yaşandı. Okul yerleşkesinin sol yukarısındaki küçük alanda Haruniye'nin kurtuluşu kutlanıyordu(İki dilli bir şiirimde-Suyun Sarkan Saçları-bir göndermede bulunmuştum bu törenler için: "Ve her sene bir seferberlik çağrısı gibi sunulan/O söylevli kutlamalar, zehir zemberek törenler"

. Resmi konuşmalardan sonra Haruniyeli, orta yaşlı biri kürsüye geldi, şiir okumaya başladı. Okuma esnasında birkaç kez Ayşe Hocayı eliyle işaret ederek, "Şu baldırı çıplağa bacı mı diyeceğiz!.." dedi. Bölgenin ileri gelenleri, bizimkiler dâhil yığınla öğretmen dinliyor, kimse bu alçak adama bir tepkide bulunmadı. Bir grup öğrenci homurdandı, bir öğretmenimiz eliyle, "sakın ha!" dedi. Adama o alçaklık kâr kaldı, aslında dışarıda dövülmesi gereken biriydi. Eğer başkanlığım sırasında olsaydı kesinlikle o an bir müdahalede bulunurdum. Çünkü başkanlık sürecinde okulda gizlice çağ dışı fikirlerini empoze eden iki-üç hocamızı, biraz sert ama yaşımı aşan bir olgunlukla uyardıklarımı biliyorum. Hata sırası geldiğinde uyarılarımı tekrarlamaktan da sakınmadım. İşte bundan dolayı son yılda fizikte, biyolojide biraz da edebiyatta bana çektirdiler!. Diğer bir olay yani üçüncüsü futbol sahasındaydı. Sanırım yine Haruniye'nin kurtuluş töreniydi. Tören akışında ik veya üç(sayısını tam hatırlayamıyorum) kilim örtülü hörgüçlü deve temsiliyle, yörük giyimli bir grup alana girdi. Güya törene yerel bir renk katacaklar(!) Farkındayız, örtülü hörgüçler kalas ve sopa istifleri, altlarında adamları var, ayaklarından anlıyoruz. Alan boşluğuna konumlamalarından hemen sonra yörük giyimli adamlar ellerindeki yay ve oklarla tribünleri, sağı, solu ok yağmuruna tuttular. Öğretmenler engel olmazsalardı, biz öğrenciler onları araya alıp evire çevire haklardık. Yaklaşık 700 yatılı ve 400 gündüzlü öğrenci kitlemiz vardı. Bizden de gözü kara öğrenci az değildi, her türlü saldırıyı göğüsleyebilecek güce sahiptik. Okuldan atılma ve öğretmen korkusu yaman bir çelişkiydi belleğimizde. Peki, kimlerdi hörgüçlü deve kafilesi, Kadirli'den ve onun gibi yerlerden tetiklenen, derin devlet himayeli sevgili ülkücüler değiller miydi?!. Bir not daha düşeyim, yeni yapılan binanın bodrom katı bizim devreden sonra bazı öğrenciler için işkencehaneye dönüştürülürken Düziçililer neredeydi..!

Abdullah Karabağ


* Sevgili İbrahim,
O günleri yeniden yaşamış gibi oldum.Çocukluğumuza, çok gençliğimize karşın Düziçi Öğretmen Okulu en son düşen öğretmen okuluydu.Bütün provokasyonlara çok iyi direnmiştik.Son saldırı ve provokasyon ise çok uzman bir merkezin yönlendirmesiyle yapılmış tı.16-17 yaşındaki bizlerin savuşturabileceğimiz bir durum değildi.  Yine de iyi direnildi. O kuşak tüm kitle örgütlerinde işlevi olan bir kuşak haline geldi sonradan.Arkadaşlarımız ülkemizdeki demokrasi mücadelesinde yer tuttular. Hepsini sevgi ve saygı ile anıyorum. Yüreğine, kalemine sağlık.
Kerim Donmez

VELİ ALACA'DAN* Dertlerimiz depreşti, travmalarımız yenilendi.
Yatakhanenin basıldığı gün şimdiki kaymakamlık yerinde o zaman orta okul vardı. Oraya yakın sınıf arkadaşım Mehmet Zincir’in evindeydik. Zannedersem saat 12:00-01:00 sıralarıydı. Kapı çalındı. Kapıyı açtık. Okul arkadaşlarımızdan 4-5 kişiydiler. Yarı çıplak, pijamalı, dizden aşağıları ıslak ve ayakları yalındı. Kış olduğu için Deliçayın akan suyunu geçmişlerdi.Okul yatakhanesinin faşistlerce basıldığını, yaralılar olduğunu, ikinci kattan aşağı atılan arkadaşlarının olduğunu, hatta ölü arkadaşlarının olabileceğini ifade ettiler. Sobayı yaktık, değiştirebildiğimiz kadar giysilerini değiştirdik.(Öğrenci evinde ne bulunursa!)
Neler olup bittiğini öğrenmek için yola düştük. Deliçay Köprüsü ( Habba’nın Evinin önü) üzerinde jandarma bizi yakaladı ve nezarethaneye attı. Nezarethanede birçok arkadaşımız vardı. Birkaç saat sonra Haruniye Belediye başkanı geldi. Buranın kalabalık, sağlıksız, soğuk olduğunu söyleyerek bizi hemen karakola bitişik bir eve aktardılar. Oradan kaçarak eve geri döndük. Sabah olayların protesto eylemi başladı. Bu olay ve olayın boylotu sonucu okulumuzdan 351 arkadaşımız uzaklaştırıldı, eğitim öğretim hakları ellerinden alındığını bildiren birer disiplin kurulu kararlarıyla.

Ben Düziçili olmam ve ailemin( bilhassa annemin) bazı sosyal ilişkileri sonucu boykota katılmama rağmen okula geri döndüm.

İbrahim Temiz 
DEVAMI VAR
Okula dönüş ve anılar. Beyni kalıplı İngilizce öğretmeni vardı. Biz boykotta iken yazılı sınav yapmış. Biz dönünce acele ile baskı başlamıştı. Karşı cephede olan bir çocukluk arkadaşım vardı. Yanıma sokuldu ve bana kimlerle konuşup konuşmamam gerektiğini söyledi. İsmi Hasan’dı.
Hasan dedim.
Beni tanıyor musun?
Evet.
Ailemi tanıyor musun?
Evet.
Yarbaşı’nı biliyor musun?
Evet. Beni Yarbaşının öbür tarafına sürgün etseler okuyabilir miyim?
Okuyamazsın.
3-4 ay sonra öğretmen olacak mıyım?
Evet.
Okuyamazsam, öğretmenlik hayalim biter mi?
Biter.
O zaman beni iyi dinle ve git üstlerine söyle. 
Bu okuldan 351 kişiyi sürdüler.
İçinden bir deli çıkıp sizi okul ile birlikte yakmadı.
Hayatım sönerse ben yakar mıyım?
Yakarsın.
Git üstlerin mi, abilerin mi onlara söyle ne yapacağımı.
Biz boykotta iken İngilizce Öğretmeni yazılı sınav yapmış. Boykottan dönenleri sözlüye kaldırıyor.
Sözlüye kalkma sırası bana geldi.1038 tahtaya.
Tahtaya çıkarken önümde oturan arkadaşımın kitabını kaptığım gibi   tahtanın önüne vardım. Senin kitabın nerede?
Yok.
Niye yok.
Bulup, alamadım.
Kitabı olmayan adam ağzıyla kuş tutsa ben onu sınıfı geçirmem.
Tehditi ile sınav başladı. Falanca parçayı aç ve oku.
Okudum.
Türkçeye çevir.
Çevirdim.
Sözlü soru sordu.
Doğru yanıtladım.
Tekrar sordu.
Yanıtladım.
Tekrar sordu.
Bocaladım. Otur üç.

Sınıfta bir uğultuyla birlikte yerime oturdum. Yapılan haksızlığın yanıtı veya protestosu bir uğultu oldu. Çünkü sınıfın en iyi İngilizce öğrencilerinden birisiydim. Sonraki yaptığı iki yazılıdan da dokuz, dokuz alarak arkadaşlarımı mahcup etmedim. Tek korkum kalmıştı. Elif arkadaşımın da belirttiği gibi müdür yardımcısı ve Felsefe Öğretmeni Enver Bey. Soyadını hatırlayamadım. Sarı saçlı bir Karadenizliydi. Son yazılısında gerekli notu alarak 1976 ‘da doğrudan meeezuun oldum.
Veli Alaca

BELGE- 1-
MÜRSEL ÇÖMEZ İN KALEMİNDEN YAŞADIKLARI
"Merhaba Dostlar,
Sizleri 45-44 yıl öncesine götüreceğim, yani 1975-1976 yılları. O yıllarda bizler birer gençtik. Hepimiz Düziçi Öğretmen Lisesi öğrencileri idik.
  Yıl 1975 ülkemizde 1. MC hükümeti kuruldu. Artık ülkemizde hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı.
  MC hükümeti Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğüne Ayvaz Gökdemir 'i (komando ayvaz) atamıştı. Bütün müdürler tek tek değiştirilmeye başlanmıştı.
  Düziçi Öğretmen Lisesi Müdürlüğüne Osmaniye' nin Araplı Bilal Öztürk getirilmişti. Artık okulumuzda her şey değişmeye başlamıştı.
  Bizler o yıl (1975)öğretmenlik hakkı elimizden alınan öğrencilerdik. Hükümet bizleri mezun olunca sınavsız Eğitim Enstitülerine kayıt yaptıracağımız yalanıyla kandırmıştı.
  1975 yılının 2. Sömestri döneminde Temsil Kolu öğrencileri olarak Keşanlı Ali Destanı adlı oyunu sahnelemek istedik.
  Rehber öğretmenimiz gözetiminde 2 ay provalarda çalıştık. Okul yönetiminin tepkisi ve Adana Vali 'liğinin kararı ile Keşanlı Ali Destanı oyununu son bir hafta kala sahleneyemedik.
  1975 - 1976 eğitim öğretim yılına Eylül ayında başladık. Okul müdür yardımcıları ve eğitim şefi değişmişti. Ali Erdoğan ( İt Ali) eğitim şefi olmuştu. Okul idaresi öğretmen ve öğrenciler üzerindeki baskıyı her gün daha da arttırıyor. Şubat tatiline kadar küçük çaplı olaylar oluyordu fakat eğitim ve öğretim devam ediyordu.
  Bazı öğretmenlerimiz sürgün edilmişti. Çiğdem ve Ömer Çakar hocalarımız Sivas Zara' ya sürülmüşlerdi. Mehmet Göl hocamız Erzurum Şenkaya ' ya sürgün edilmişti. Okulumuzda huzursuzluk her gün artıyordu.
  16 Mart 1976 gecesi bizler yatakhanelerde uyurken saat gece 02 00/03 00 suları, yatakhanelerimiz okul dışından getirilen kişiler tarafından baskına uğradı. Baskın yapanların ellerinde zincir, muşta, sopa v.b. aletler vardı.
  Kimimiz kapıdan, kimimiz pencerelerden, kimimizde Çam ağaçlarının dallarından faydalanarak, kendimizi yatakhanelerin dışına attık. Çoğunluğumuzun üzerinde sadece pijamalar vardı. Dışarıda buz gibi ayaz vardı. Okul surlarının dışında 1.cümle kapısı civarında toplanmıştık.
  Haruniye halkı duyarlı davrandı. Her aile 3-4 öğrenciyi evine götürdü.
  Sabahleyin Haydar Algan,'ın sinema salonunda toplandık. Belediye öğrencilere zeytin, peynir, helva ve ekmekten oluşan yiyecek dağıttı.
  Bir haftalık ders boykotu başlamıştı. Bazı arkadaşların babaları gelip çocuklarını memleketlerine götürdüler.
  Haydar Algan' ın sinemasından okulun idare binasına kadar sert adımlarla bir protesto yürüyüşü düzenledik. Artık okulda yatmıyorduk. Traktörlerle köylere 8-10 gün öğrenciler taşındı. Duyarlı velilerden oluşan bir komite idare ile görüştü. Sonunda halkın ve velilerin katılımı ile Yeniköy semtinden Haruniye merkeze kadar süren bir protesto mitingi düzenlenmişti.
  Yatılı öğrencilerin mitinge katılımını önlemek için okul idaresi saat başı öğrenci yoklaması yoluna gitti. Bizlerde sınıfların pencerelerinden alkışlarla mitinge destek verdik. Okul idaresi kimseye ceza verilmeyeceğine dair görüşmecilere garanti verdiğini boykotcu öğrencilerine duyurdu.
  Yeniden derslere girmeye başladık. Okul yönetimine yine de güvenmiyorduk. Derslere giriyorduk, yemek yiyorduk ve etüd çalışmalarına katılıyorduk fakat yatakhanelerde çoğunluğumuz yatmıyorduk.
  1976 Nisan ayının ortalarından itibaren, boykotçu öğrencilere cezalar verilmeye başlandı. 5-10 ar kişilik gruplar halinde her şubeden arkadaşlar sürülmeye başlanmıştı.
  1976 Mayıs ceza alan öğrenci sayısı oldukça artmıştı. En hafif ceza başka okula sürgündü. En ağırı ise Türkiye sınırları içinde okuyamaz idi. 
  Artık okulun tadı tuzu kaçmıştı. İdarenin muhbir öğrencileri de vardı. Muhabirler hemen her gün 1-2 arkadaşımızı okul idaresine jurnal ediyordu. 
Baş müdür yardımcısı Mehmet Duman (biz ona mumya) derdik. Öğrencilere ceza vermekten büyük zevk alan bir mahluktu. 
Bundan sonrası benim özel yaşantım. 
  16 Mayıs 1976 günü babam okula geldi. Babamı okul idaresi çağırmıştı. 3. Binanın önünde arkadaşlarla biraz durum hakkında konuştuk. Bir saat sonra adım soyadım okul numaramla idareye çağrıldım. Mehmet Duman ın karşısına dikildim. Bana sarı zarf içinde aldığım cezayı bildiren bir yazı verdi. 
  Babam Haruniye Dutlu kahvede beni bekliyordu. 
  Zarfı yatakhaneye varınca açtım. Bana verilen ceza aynen şöyle idi: "Okulumuz 11Matematik A sınıfı 210 nolu öğrencisi Mürsel Çömez boykota katılmak ve diğer boykota katılanlara yardımcı olmak suçundan disiplin yönetmenliği ilgili maddesi uyarınca Türkiye sınırları içinde hiç bir okulda okuyamaz. "
  Elbise dolabımdan elbiseleri ve diğer eşyalarımı valize yerleştirdim. 
  4. Binanın önünde beni bekleyen sınıf ve okul arkadaşlarımla vedalaşarak 6 yıllık okulumu üzüntü içinde terk ettim. 
  Hemen Adana dan avukat Akay Sayılır 'a vekalet 
verdim. Danıştay' a dava açtım. Danıştay yürütmeyi durdurma kararı verdi. Ama sürgünden kurtulamamıştım. Bolu Erkek Öğretmen Lise 'sinden mezun oldum. Mersin Eğitim Enstitüsü' ne ön kayıt oldum. Ama o yıl Eğitim Enstitüsü ' alınmadım. " 

1975 /1976 yıllarında Düziçi Öğretmen Lise' sinden 400 e yakın öğrenci atıldı.
Mürsel çömez

* Doğan calgan'in Anlattıkları.
Biz o zamanlar 7.sınıftaydık( ortaokul 2.sınıf).Kendimizce büyüklerimize destek veriyorduk.Haruniye'de yapılan yürüyüşe destek vermek,belki de merakımızı gidermek  için müzikhanenin bulunduğu yerden dışarı çıkmak istedik.Ancak kapı kapalıydı.Bir de tanımadığımız birileri duruyordu.Arkadaşlardan biri "Eğitim şefi geliyor. "dedi.Kaçamadık.Yanındaki öğretmenlerle aldılar bizi idareye.Zorla dilekçe imzalatmaya çalıştılar.İşte şu günkü yürüyüşe şu şu isimlerin zorlamasıyla katıldım gibisinden ifadeler yazdırılmak istendi.Ben ve arkadaşlarım bunu okul müdürüne şikayet etmek istedik.Bilal Öztürk'e çıktık.Hemen arkamızdan Ali Erdoğan geldi.Aldılar bizi yan odaya.Vijdan ve merhametin buharlaştığı,yok olduğu bir dayakla birlikte imzalattılar dilekçeleri bize.Eğer o dayaklar atılmamış ve dilekçeler bir kaç 12-13 yaşındaki çocuğa imzalatılmamış olsaydı ;biz o  çocuklar ,o gün Türkiye'de devrimi gerçekleştirirdik..Devrimin önüne geçmiş oldular!Neyse...
         Hafta sonu okuldan ayrılmak için nöbetçi öğretmenden izin almak istedik.Öğretmenler odasına gittiğimde Hergün gazetesinin muhabiriymiş .Orada bir kaç öğretmene Adanadan geldiğini,komünistleri buradan söküp atmak için binlerce bozkurtun haber beklediğini,desteğe  hazır olduğnu  belirten konuşmalar yapıyordu...Sonrası mı?

      Zülüm,zulüm ,zulüm....
Doğan calgan

* Abdullah Karabağ dan
Özellikle Düziçililerin yazabilecekleri çok şeyleri olmalıdır. Çünkü bir yanıyla onlara da yaşatılmış olan bir resmî yıkım gerçekliğidir. Bölge halkı olarak müdahale etme haklarını yeterince kullanmaktan ikircikli davranmışlardır, hâlâ da öyledirler, mutlaka yazmalıdırlar. Yazmak da yetmez, yıllık toplantılarda seminer bağlamında dile getirmelidirler. Böylece okul yerleşkesinin neden harabeye çevrildiği gerçeği yeni kuşaklara da aktrılmış olur ve bu bir anlamda kendi olumsuz geçmişiyle bir yüzleşmedir.
Abdullah Karabağ


** PARASIZ YATILI - 4 **
Okul Eylül ün 15 i gibi açılırdı. Bütünlemesi olan arkadaşlar 1 Eylül de okulda olurlardı. Hem okulda çalışır hem de ikmale kaldıkları derslere hazırlanırlardı. Alpay ın "Eylül de gel" şarkısının tepeden tırnağa anlam kazandığı yıllardı. Çukurovanın bu bölgesinde de Ağustos un sıcağı Eylül e de sarkardı. Okul o kadar sakin olurdu ki bazen fısıltı şeklinde esen rüzgarın bile sesi duyulurdu. Akasyaların yaprakları hafiften dalganır rüzgarın etkisiyle perişan bir şekilde sallanırlardı. Susuzluk temel bir sorundu. O sıcak günlerde soğuk su içmek gerçekten çok önemliydi. Yemekhanenin önündeki Akasya ağacının böğrüne ağaç bir fıçı asılmıştı. İğreti musluğundan cansız bir su akardı, üstelik de ılık. Bazı günlerde özellikle akşamüstleri bütün çeşmelerden gürül gürül su akardı. Bu bizim için acayip bir sürpriz olurdu. İrfan Çeşmesi genellikle hiç akmazdı. Bu günlerde yer fıstığı ve pamuk hasadı başlardı. Bizler Tarım derslerinde hem yer fıstığı hem de pamuk hasadına katılırdık. Tarım öğretmenimiz Mehmet Erken(Nam - ı diğer Akbaba) ve diğer Tarım öğretmenlerimiz bizlerin çalışmasını gözlemlerdiler. Sindirim sistemimizi bozma ihtimaline karşı yine de bol bol taze yer fıstığı yerdik. O sıcak Eylül günlerinde gökyüzü yere doğru yaklaşırdı adeta. Sarı sıcağın içinde kımıldayan hareketsiz canlılardan farkımız yoktu. Serin, gölgelik ve sakin yerlere kaçardık. 
Sonbahar yağmurlarının başlamasıyla birlikte serinlikte kendini yavaş yavaş hissettirmeye başlardı. Kuzeyden Düldül dağının zirvelerinden kopup gelen soğuk poyraz yeli sıcağa karşı bir umut gibiydi. Geceleri karanlıkta ve uzaklarda şimşeklerin balkıması, bir ürpeytiyle   Issız ve uzak köylerimizi hatırlatırdı bizlere. 
Yatakhanelere mümkün olduğu kadar geç gitmeye çalışırdık. Gecenin ilerleyen saatlerinde ortam biraz serinler ve kalabalık koğuşlarda ancak uyuyabilirdik. 
Sabahları saat 06 00 da başlayan müzik yayını ile uyanırdık.Dönemin popüler şarkıları çalınırdı yayın odasındaki 45 lik plaklardan. Özellikle Cem Karaca nın gür sesi yerimizden fırlamamıza neden olurdu. Bu şarkıları severek dinlerdik. Namus Belası şarkısı favorimizdi. 
Ekim ayının başından itibaren örgüt seçimi için gruplar yavaş yavaş oluşmaya başlardı. Örgüt başkanı ve diğer eğitsel kolların başkan adayları belirlenirdi. Örgüt başkanı 4. Ya da 5. Sınıflardan ileri gelen başarılı, hatta Yüksek Öğretmen Okuluna aday ağabeylerimizden biri de olabilirdi. 
Diğer kol başkanları daha alt sınıflardan  yine başarılı ve gelecek vadeden arkadaşlarımız arasından seçilirdi. Okul zaten bir bütündü, birinci sınıf dan altıncı sınıfa kadar herkes eşit haklara sahipti. Yapılacak seçim, eşitler arasından birinciyi belirlemekti aslında. Kültür Edebiyat, Tiyatro, Spor, Kütüphane, Bahçe işleri,Eşya koruma Sağlık ve Temizlik kolları önemli kollar arasındaydı.  Örgüt başkanı kollara aday olan arkadaşlarla bir ekip oluşturmuş olurdu. İki grup olurdu ve gruplar kendilerine bir isim ve simge bulurlardı. Seçilen grup bir öğretim yılı süresince, bütün eğitsel ve yönetsel faaliyetleri planlar ve uygulardı.Örgüt başkanları idare nezdinde bütün öğrencileri temsil ederdi. Demokratik ve katılımcı bir uygulamayla öğrencilerin bütün istek ve talepleri okulun demokratik bir şekilde yönetilmesi, örgüt başkanının katılımıyla gerçekleştirdi. 
Okulun bütün kültürel faaliyetlerine eğitsel kollar aracılığı ile en üst düzeyde katkı sağlanırdı. Kültür Edebiyat kolu her yıl bir dergi çıkarırdı.Şiir ve öykü, yazma yarışmaları düzenlenir. Bazen de okulda oynayan bir tiyatro eserinin eleştiri, yarışması düzenlenir. Cahit Irgat ın Sultan Gelin adlı oyunu okulumuz sahnesinde oynamıştı. Bu eser için açılan eleştiri yarışmasında birinci olmuştum. Arkadaşım Ali Biçer Kültür Edebiyat Yayın Kolu başkanı olarak bana Cahit Kulebi nin bir şiir kitabını armağan etmişti.  Kültür Edebiyat kolunun çıkardığı, dergi içeriği öğrencilerin eserlerinden oluşturdu. Şiir, öykü, deneme, özlü sözler, fıkralar yayınlanır bu dergide. Tiyatro kolu mutlaka bir eser sahneye koyardı. Hababam Sınıfı belkide ilk kez bizim okulda tiyatro eseri olarak oynandı. Türkçe öğretmenimiz Mehmet Yaman Rıfat Ilgaz ın Romanından Hababam Sınıfını sahneye uyarlayan ilk Dramaturgdur. Eser büyük bir başarıyla sahnelendi ve büyük ilgi ve sempati gördü. Karekterlerin başarısı günlerce konuşuldu. Kel Mahmut karekteri için bir abimizin saçları kesilmişti. İnek Şaban ve Güdük Necmi gibi karekterleri üst sınıflardaki ağabeylerimiz başarıyla canlandırmışlardı. 
Her kolun bir başkanı ve aktif üyeleri olurdu. Bütün etkinlikler aktif üyelerle birlikte diğer öğrencilerin katılımı ile gerçekleşirdi. Örgüt demek okulun yönetimine öğrencilerin katılımı demekti. Bu nedenle çok önemliydi örgüt seçimleri. En seçkin ve başarılı öğrenciler örgüt seçimlerinde görev alırlardı. 
Örgüt seçimleri için oluşan gruplar en az bir ay öncesinden propaganda çalışmalarına başlarlardı. Bu çalışmalar, vaatleri içeren afişler, yayın odasından öğle aralarında eşit sürelerle yapılan konuşmalar, sınıflarda, yatakhanelerde, yemekhanede kıyasıya bir yarış ve propaganda süreci yaşanırdı. Grupların oluşumundaki genel kriter başarıydı. İdeolojik ve bölgesel etkiler pek belli olmazdı veya öne çıkmazdı. Başarılı olacak ekip önemliydi ve onlar kazanmalıydı. İdarenin bir müdahalesi bu süreçte hissedilmezdi. Sözlü ve yazılı propaganda serbestçe yapılırdı. Seçim yapacak öğrencilerin tercihleri demokratik bir ortamda serbestçe oluşurdu. Seçim ilan edilen günde, belirlenen sınıflarda, gizli oy açık sayım yöntemiyle yapılırdı. Her grubun oy pusulasının rengi farklı olurdu. Her öğrenci zarfa istediği grubun oy pusulasını koymakta özgürdü. Öğrenciler oylarını kullandıktan sonra listede isminin karşısını imzalar ve sonucu bekler. Belli bir saatte oy verme işlemi biter. Sandıklar açılır ve oy sayımına geçilirdi.Açık oy sayımının sonunda hangi grup daha fazla oy almışsa o grubun adayı örgüt başkanı olurdu.Yeni örgüt başkanı ve kol başkanları görevlerini devraldıktan sonra hemen çalışmalarına başlarlardı.Dolu dolu geçecek bir kültür, sanat ve etkinlik yılı böylece başlamış olurdu.
Bu mini Demokrasi uygulaması okulumuzda her yıl başarıyla uygulanırdı. 

İbrahim Temiz 

19 Haziran 2020

PARASIZ YATILI - 1-
Çam ağaçlarının arasına gölgeye masalar konmuştu. Aslında burası yoldu. Sol tarafta Birinci bina sağ üstte ise kantin vardı. Güneş ağaçların arasından parçalı bir aydınlık salıyordu sağımıza solumuza. Yolun ilerisinde çiçek serası ve Çiçek Profösörü Osman amcanın yeri vardı. En sonda devasa bir jeneratör ve üstünde kocaman bir çatısı vardı. Yol ileriden öğretmen lojmanlarına doğru dönerdi. Daha ötesi ise okulu koyan yüksek taş duvardı. Birinci binanın alt katında solda müdür ve baş muavin odası vardı. Sağda santral odası, üst katlar labaratuar sınıfları idi. Birinci binanın arka kapısından çıkıldığında, aşağı doğru inen merdivenlerle mor salkımlı bahçeye inilirdi. Burası öğretmenlerin dinlenme ve eğlenme yeriydi.
Kantin yol seviyesinin üstündeydi ve Birinci binanın tam karşısındaydı.Dikdörtgen planlı tek katlı bu yapının önünde beton direklerle bir revak yapılmıştı. Masa tenisi burada ya da kantinin önündeki düz alanda oynanırdı. İçeride mutfak oturma yerleri ve yan tarafta iki odası daha vardı.
Cümle kapısı, yemekhanenin önü, tören alanı ve üçüncü binanın önünden sonra en popüler yer kantindi.
Kantinden çıkınca sol tarafta, ikinci binanın arkasında hamam, çamaşırhane ve havuz vardı. Çamaşırhane ve hamamın sorumlusu Ahmet amcaydı. İri yapılı, kısa kesilmiş saçları ve pantola benzer bir giysisi vardı. Bu giysinin paçaları kıvrılmış ve dizinin altında olurdu hep. Hafta sonları gittiğimiz hamamın suları çok sıcak akardı. Önünde perdeleri olan kabinlerde yıkanırdık. Havuzun sulama amaçlı ve yangın havuzu olduğunu söylemişlerdi bize. Çünkü hiç kullanılıyordu. Aslında Köy Enstitüsü zamanında yapılan havuz, yüzme havuzuydu. Ama kimse bize bu havuzda yüzme dersleri vermedi. Çalkantılı yıllarda (1975 /1976) bir arkadaşımız ne yazık ki bu havuzda boğuldu. Olaydaki cinayet kuşkusunun üzerine gidilmedi.
Havuz, hamamın olduğu yerden ve ikinci binanın arkasından jeneratör binasına kadar her taraf çiçek tarhları, Güller ve çeşitli süs bitkileri ile doluydu. Kırmızı, beyaz, Sarı Güller öne çıkan çiçek çeşidiydi. Okulun ara yollarının kenarlarında hep Güller vardı. Bu tarhlarda Osman amcanın nezaretinde ve tarım derslerinde değişik türde çiçekler yetiştirilip mevsimine göre okulun değişik yerlerine dikilirdi. Bu nedenle okulun bakımlı peyzajı, ara yolları ve mimari yapısı etkileyiciydi.
Kantinin arkasından çiçeklerin ve güllerin arasından bir yol, çarşıya, kooperatife, öğretmen lokaline ve müzik sınıfına çıkardı. Dik merdivenlerle çıkılan bu yol yükseldikçe, taraçalar yapılmış ve yine Güller ve çiçekler ekilmişti. En son merdivenler binanın terasına ulaştırırdı sizi. Teras süslemeleri ile sınırlanmış alandan bütün Düziçi ovasına bakardık. En sıkı müzik eğitimini ve Mandolin çalmayı buradaki müzik sınıfında öğrenirdik.
Birinci binanın önünden yürüdüğünüzde ikinci binanın önünden sola kıvrıldığınızda yukarıdan gelen dereninin üstündeki köprününün sağ tarafında Atatürk büstü vardı. Büstün çevresi sınırlanmış ve etraf sürekli bakımlı olurdu. Bütün ulusal Bayramlarda ve özel günlerde, bando eşliğinde yaptığımız yürüyüşler burada son bulur, çelenk koyma ve saygı duruşundan sonra tören alanına geçerdik. Üçüncü binanın arka köşe çarprazında bir kampana vardı ve kampanın haftalık bir nöbetçisi olurdu. Otuz kırk santimetre uzunluğundaki demir sopasıyla kampanyaya vurulduğunda, çıkan ses okulun her tarafından, çarşıdan ve hatta çiftlikten bile duyulurdu. Etüt saatleri, bütün ders giriş çıkışları bu sese göre düzenlenmişti.Okulda duyulan ikinci büyük ses, elektrikler kesildiğinde çalışan jeneratörün sesiydi. Okula ve bütün kasabaya elektrik enerjisi sağlayan bu dev jeneratör Köy Enstitüsü zamanında kurulmuştu.
17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluşunu okulda törenlerle kutladık, ancak bizlere okulumuzun, Köy Enstitüsünün devamı olduğu derinlemesine anlatılmazdı.
Üçüncü binanın önündeki merdivenlerden indiğinizde önünüzde muhteşem Bayrak direği kaidesi ve tören alanı vardı. Yatakhane ve dördüncü bina yönünde yürüdüğünüzde bir dört yol küçük bir meydan ve efsane İrfan Çeşmesi karşılar sizi. Okuldaki eşya piyangosu çekilişlerinde boş çıkan biletler için İrfan Çeşmesi neden bir bardak su kazandınız diye espri yapılırdı. İrfan Çeşmesinin suyu akmazdı zaten.
Ana cadde çiftliğe doğru uzanırdı. Caddenin iki yanı, Akasya, Çam, Ökelaptus (halk arasındaki adıyla Garip dost) servi ağaçlarıyla doluydu. Akşamüstü bu aydınlık yoldan, Güneşe doğru, bir anlamda da kendi geleceklerimize yürüdük.
....
Ekin tarlasının üzerinden
Gün batımını seyrederken
Uzayıp giden ovada
Ve kımıltısı yeni başlayan
Acemi duygular
İlk gençlik aşkları
Daha dün gibi aklımda
O bu evde otururdu
Kara gözlü güzel bir kızdı
Sınıfın çoğu ona aşıktı
Parasız yatılı yıllarıydı
Çiftlik tarım dersi
Etüt başkanı
Şimdi
Solgun bir resimde duruyor
....
27 Mayıs 2020
İbrahim Temiz

PARASIZ YATILI - 2-
Kooperatif binasından çıktığınızda Arnavut kaldırımlı yol karşılar sizi. Sola döndüğünüzde göçmenlerin büfesi vardır. Taze yapılmış limonataları ve ayranları harikaydı. Ayrıca nefis tost yaparlardı. Çok temiz ve seçkin bir büfeydi. Hemen karşısında ise Haydar ın (Haydar Algan) sineması vardı. Kasabanın tek sinemasıydı. Balkonu ve alt oturma yerleriyle tahminen beş yüze yakın seyirciyi alırdı. Tahta saldayelerde oturarak filmleri seyrederdik. Balkonunda ise kadınlar film seyrederlerdi. Okuldan kız arkadaşlarımız da sinemaya bizler gibi rağbet ederlerdi. Haftada üç kez sinemaya giderdik. Cumartesi öğleye kadar ders olurdu o yıllarda. Öğle yemeğinden sonra soluğu Haydar ın sinemasında alırdık. Yine o sert tahta sandalyelerde kısa bir arayla iki film birden izlerdik. Akşam yemeğinden sonra saat 21 00 e kadar dışarı çıkma hakkımız vardı. Biz bu hakkı çoğu zaman yine sinemaya giderek kullanırdık. Sinemadan sonra Arnavut kaldırımlı yoldan gruplar halinde yürüyerek yatakhanelerimize dönerdik. Filmlerin etkisi üzerimizde iken koğuşlardaki yataklarımızda uykuya dalardık. Pazar günü öğleye kadar ihtiyaçlarımızı giderirdik. Hamam, okulun beraberinde traş, temizlik işleri, ayakkabı boyama, varsa ödevleri tamamlama gibi. Öğle yemeğinden sonra haftanın son sinema keyfi için yine, taş duvarlı bu sinemanın yolunu tutardık. Sinema, okuduğumuz kitaplar, takip ettiğimiz dergiler, kültürümüzü besliyor ve bizleri değiştiriyordu.Yetmişli yıllardı.
Çarşıda yukarıya doğru yürüdüğünüzde sağlı sollu dükkanlar vardı. Bunlar daha çok bakkal, manifatura, lokanta ve fırın gibi temel ihtiyaçları karşılardı. Fıstık ve pamuk ticareti yapılan depo benzeri mağazalarda vardı. Yol biraz yukarıda yol ikiye ayrılır, sola doğru döndüğümüzde, Kasabanın tek gazete ve içki satan dükkanı vardı. Halk arasında bu dükkana "Şarapçı" denirdi. Yola devam ettiğinizde içkili bir lokanta vardı. Hemen yukarıda ise yaşlı çınar ağaçları vardı. Bizler burada dinlenir ve vadiyi seyrederdik.
Okula tekrar dönerken sinemayı geçtikten sonra Arnavut kaldırımlı yol, tatlı bir eğimle Çam ağaçlarının ve okulun dış duvarını takip ederek geldiğimizde Cümle kapısına ulaşırız. Cümle kapısının hemen karşısında Ali amcanın büfesi vardı. Okulun eski terzilerinden. Büfesinde, çekirdek, dosya kağıdı leblebi vb şeyler satardı. Bir de Birinci sigarasının üçünü 25 kuruşa, Bafra sigarasının ise ikisini 25 kuruşa satardı. Kağıt paraları koltuğundaki minderin altına koyardı. O paralar ütülenmiş gibi olurdu.Büfenin hemen arkasındaki kerpiç evde bizim okulda gündüzlü okuyan kızlar kalırdı.
Cümle kapısının iki yanında yaya giriş çıkışları vardı. Ortadaki demir kapı arabalar geldiğinde açılırdı. Zaten fazla araba yoktu. Okulun bir minibüsü, bir jeep i, bir de kamyonu vardı.
Çiftlikte ise at arabası ve bir traktör vardı.
Cümle kapısının çıkarken sol tarafında nöbetçi öğrenci kulübesi vardı. Okula gelenler buradaki dahili santrala bağlı telefonla, Eğitim şefine, müdür yardımcılarına ya da müdüre haber verilirdi. Hemen sağ tarafta Çam ağaçlarının arasında beyaz badanalı, balkonlu Revir binası karşılardı sizi. Revirin girişinde ve bahçesinde güller vardı güzel görünen, içerideki duvarlara ise çok güzel sulu boya resimler asılmıştı. Bu resimlerin çoğu öğrenciler tarafından yapılmıştı. Dr Yılmaz Sevinç, Kerim amca ve Bayram amcalar yirmi dört saat bizlerin sağlıkları için görevlerinin başında olurlardı. Beyaz önlüklü mütavazi, işini iyi yapan bu sağlık emekçileri öğrenciler tarafından çok sevilir ve sayılırlardı.
Biraz aşağıya doğru yürüdüğünüzde sol tarafta, Tatbikat İlkokulu bulunur. Öğretmen adayı öğrenciler burada uygulamalı dersler yaparlardı meslek dersleri öğretmenlerinin gözetiminde. Okul personelinin çocukları ve kasaba halkından çocukların da okuduğu, nitelikli bir ilkokuldu.
Biraz aşağıda ise "Ağlayan Kaya" vardı. Ailesinden, memleketinden, köyünden uzakta parasız yatılı okuyan öğrenciler, ailelerine duydukları hasreti, gurbette olmanın acısını bu kayanın dibinde yalnız başlarına kaldıklarında, belki de sessizce ağlayarak,  özlemlerini bu sessiz kayayla paylaşırlarmış. O nedenle buraya Ağlayan Kaya adını vermişler geçmişte okuyan öğrenciler. Bizler içinde, bizden sonraki öğrenciler ve öğretmenler içinde Ağlayan Kaya bir efsane olarak bilindi. Şimdi ise Ağlayan Kaya belki hala orada ama, ne  parasız yatılı okuyan, ne de hasret çeken öğrenciler kalmadı.

İbrahim Temiz
4 Haziran 2020
PARASIZ YATILI - 3-
Aşağı doğru yürüdüğünüzde, üçüncü binanın köşesinden sonra yol öğretmen lojmanlarına gider. Lojmanlar tek katlı bahçeli Şirin evlerdi. Bahçeleri kesilmiş servislerle sınırlı Güller ve çiçeklerle süslü bakımlı ve evli öğretmenlerin oturduğu güzel konutlardı.Aralarında yollar ve ağaçlar olan düzenli bir mahalle gibiydiler. Bekar öğretmenler için ise ikinci ve dördüncü binaların arka kısmında odalar vardı. Onlarda bu Çam ağaçlarının arasında sessiz sakin bu bölümlerde kalırlardı. Üçüncü binada berber, dördüncü binada ise terzi vardı. Aşağı doğru yürüdüğünüzde ise sol tarafta tören alanı bulunur. Burası çok önemli bir yerdi. Öğretmen lojmanları tarafında bir basketbol sahası vardı. Çok ilginç demir borulardan yapılmış ve beyaza boyanmış pota taşıyıcıları vardı. Bu sahada aynı zamanda voleybol da oynanırdı. Direklerin yeri hazırdı file gerilir ve iddialı maçlar ve turnuvalar yapılırdı. Voleybol bir tutkuyu öğretmen okulunda. Köylerinde daha önce voleybol oynamış öğrenciler burada kendilerini gelişirirler ve birer yıldız oyuncu olurlardı. Öğretmenlerin arasından da çok iyi voleybol oynayanlar vardı. Öğle aralarında yayın odasından popüler şarkılar, türküler çalınır, voleybol, basketbol, futbol ve masa tenisi oynanırdı. Okul bütün spor dallarında çok iyiydi. Beden eğitimi öğretmenleri canla başla ve keyifle çalışırlar takımlar, oyuncular çıkarırlardı.Arazi eğimli olduğu için binalar, yollar, meydanlar terasvari düzenlemelerden sonra inşa edilmişlerdir. Tören alanın ile üst yol ile arasında iki üç metreye yakın bir yükseklik farkı vardı. Tören alanından bir merdivenle bayrak direğinin anıtsal kaidesine çıkılırdı. Her türlü etkinlik, duyurular, ödül törenleri, bayramlar ve hafta sonu ve hafta başı Bayrak Törenleri bu alanda yapılırdı. Mektuplar buradan dağıtılır, parası gelenlerin ismi buradan okunurdu.Terziye provası gelenlerin adı buradan duyurulur ya da yayın odasından anons edilirdi.
Tören alanının altında yemekhane vardı.  Geniş merdivenlerle yemekhanenin önündeki alana inilirdi. Burada sıra çeşmeler bulunur, meydanın tabanı küçük çakıllarla kapalıydı. Yemekhanin ön tafanda revaklı bir girişi vardı. Girişin sağ tarafında yayın odası, sol tarafında ise kız öğrencilerin Beden eğitimi dersleri öncesi kullandıkları bir oda vardı. Girişin üstünde ise sinema odası ve film makinesi varmış. Eskiden yemekhane aynı zamanda sinema, konser, tiyatro salonu olarak kullanılırmış. Okulun aşağı çıkışına bağımsız sinema salonu yapılınca makineler oraya taşınmış.
İçeriye üç ana kapıdan girerdik. Ya önceden belirlenmiş masalarımıza ya da, onar onar sayılarak yemekhaneye alınırdık. Sahne bölümünde ise öğretmenler yemek yerdi. İçinde hiç bir direk olmayan yemekhane binası L biçimindeydi. Geniş ve büyük salonun sonundan sola dönüldüğünde mutfak bölümü vardı. Bütün yemekler dev kazanlarda ve odun ateşinde pişerdi. Yemek kazanları zincirli makaralarla indirilir ve kaldırılır.Kocaman bakır kepçelerle yemekler karavalara konurdu. Mutfağın alt kısmında ise fırın vardı. Yuvarlak somunlar sıcak sıcak buradaki Odun fırınında pişerlerdi. Yemekler nöbetçi öğrenciler tarafından servis edilirdi. Ekmek, su, kalaylı derin bakır tabaklar, kaşıklar, bardaklar önceden masalara konur. Ana yemek bakır karavanalarla yine masalara önceden getirilir. Herkes yemeğini aldıktan sonra masadaki öğrencilerden biri, karavanayı alır ve mutfağa hızlıca koşar. Çünkü dumanı üstünde tüten Bulgur pilavını kaptığı gibi masaya getirmesi gerekiyordu. Yemekten sonra masanın kaldırılması ise, karavanın içine kepçe konur ve çarkı felek gibi çevrilir, kepçenin sapı kimi gösterirse o arkadaş masayı kaldırırdı. Yemekhane nöbetçisi öğrenciler, masaları siler, genel temizliği yapar ve bir sonraki öğünün hazırlığını yaparlar. Tombul somunları kesmek için özel yapılmış ekmek kesme aletleri vardı. Somun üzerine konur, haketli bıçak ile eşit dilimler halinde kesilir ve masalara yeteri kadar konurdu.
Okuldaki nöbet sistemine göre, bir sınıf bir hafta boyunca nöbet tutardı. Yatakhane temizliği ve bakımı, yemekhane nöbeti için yeteri kadar öğrenci, Cümle kapısı nöbetçisi, kampana görevlisi, idare nöbetçileri, çiftlik çıkışına nöbetçi hep aynı sınıftan olurdu. Bütün işleri ve sorumlulukları hafta boyunca bu sınıfın öğrencileri yaparlardı. Köy Enstitüleri döneminden gelen bu uygulamalar kısıtlı da olsa uygulanagelirdi.
Yemekhanin karşısında birinci yatakhane vardı. Altında ise sınıflar vardı. Çiftlik yönüne doğru yürüdüğünüzde ise sol tarafta bağımsız binalar vardı. Müzikhane, derslik, Resim İş atölyesi ve yeni yapılan sinema binası. İki yatakhanenin arası Çam ağaçları ile kapalıydı. Burası küçük bir orman gibiydi. Öğrencilerin çoğu yemekten sonra soluğu bu çamlıkta alırdı. Burası okulun adeta yeraltısıydı. Her şey çamlıkta serbestçe konuşulur tartışılır, sigaralar burada tüttürülür, arkadaşlıklar dostluklar buralarda pekişir, aşklar burada konuşulur, hafta sonu planları burada yapılırdı. Burası bizler için bir özgürlük alanıydı. Öğrenci örgütü ve başkanı seçimi için kulisler burada yapılır, yatakhanelerde devam edilirdi. Yasak yayınlar, kitaplar, gazeteler dergiler alınıp verilir ve el altından dağıtılır ve okunurdu.
Bizler okula başladığımızda üzerinden atladığımız Çam fidanları mezuniyetimizin yaklaştığı yıllarda kocaman ağaç olmuşlardı. Gerçi çoğumuz kendi okulumuzdan mezun olamadık, çeşitli öğretmen okullarına sürüldük ve oralardan mezun olduk. İçimizde her zaman buruk bir hüzün vardır, bizlere neden kıydınız ve çok sevdiğimiz okulumuzdan bizleri neden attınız ve sürdünüz???Görülmemiş bir hesabımız var. Sakın unutmayın!!!

İbrahim Temiz
4 Haziran 2020


Vallahi yalan.
 Günlerden gene Cuma idi.  Hoca mübarek adam uzatmış ta uzatmıştı. Her zamanki gibi iki rekat Salat için (Kur’anda Salat olarak geçiyor. Cuma Suresi 9-10. Ayet) ilk sünnet, son sünnet müekket, farz derken tam 16 rekat yapılmıştı Cuma salatı.  Arkasından tesbih eylemi yakarış cemaat’ten pek kimse kalmamıştı camide.
 Çıkışta Dutlu Kahve’nin önünde yedi bilemedim sekiz kişi toplanmıştık. Aramızda Bostanlar İlk Okulundan öğretmenim rahmetli Ali Özkan’da vardı. Yaşadığım bu olayı bir kaç kez anlattığımı anımsıyorum. Ama yazmamıştım. Dünyada örnek gösterilen, Türkiye’de yoksul halk Çocuklarına umut olan Köy Enstitüleri hakkında uydurulan hayasız yalanlar beni üzüyordu.  Yörede herkesin tanıdığı ama sevip sevmediğini bilmediğim bir vatandaş konuşmaya başladı. Öğretmeni olmakla öğündüğüm okulu ve onun tarihini karalıyordu.  Ş… H.. nın yalanlarının dozu kaçmıştı. Okulda kız öğrencilerle erkek öğrencilerin birlikte olduğu iftirası beni harekete geçirecekti ki rahmetli Öğretmenim Ali Özkan müdahale etti. Yakasına yapışıp sarstı. “ULAN ALLAHDAN KORK BE “ dedi.  Ben Düziçi Köy Enstitüsünde öğrenci iken tenefüste bir kız arkadaşıma selam verdiğim için ceza aldım. Sen ne konuşuyorsun. Ne anlatmak istiyorsun. Ayıp ayıp. İnsan Allahdan korkar. Yalan söylüyorsun. Vallahi yalan. 
 O günlerde Cumhuriyetin Adana bürosunda sorumlu müdür olarak çalışan sevgili Çetin Yiğenoğlu telefon etti. Ben o zaman Adana Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanıyım. Başkanım bir gazeteci arkadaşımızın imza günü var. Tarihi Kız Lisesinde kitaplarını imzalayacak. Sevgili Yiğenoğlu benim kitap okuma hastalığımı biliyor.  Belirtilen saatte Kız Lisesine arkadaşlarla beraber gittik. Adanalı Yazar Selahattin Canka. Kitabın ismi “BİTPAZARI”. 462 sayfa Karahan kitabevi tarafından basılmış. 40 tl. Karşılığı aldım. Karahan kitapevi tarafından basılıp, Sevgili Çetin Yiğenoğlu tarafından imza günü daveti yapılınca  hemen okumaya başladım. Kitabın 226. Sayfa üçüncü prağrafına gelince gözlerime, inanamadım. Bir daha, bir daha, bir daha okudum. Aynen şöyle yazıyordu: “Adana’nın Haruniye Köy Enstitüsünde Büyük Boy Türk Bayrağı parçalanıp  kız-erkek helalarına  asılmıştı.”Kıç silmek için”
  Sevgili Çetin Yiğenoğlu’na telefon açtım.  Günaydın ve hal hatırdan sonra Bitpazarı isimli kitap yanında mı dedim. Evet dedi. 226. Sayfanın üçüncü paragrafını okur musun dedim .  Telefonda zorlandığını hissediyordum ki Başkanım dedi. Lanet olsun bunlara… Yazarı arayıp deyim yerindeyse fırçaladığını biliyorum. Bana söylemişti. 
 Tüyap Kitap Fuarında gezerken birde ne göreyim.  Ünlü yazar Selahattin Canka Fuarda Bitpazarı isimli ünlü kitabını pazarlıyor.  Hemen yanına gittim. Gülerek karşıladı beni. Önünden kitabın birisini alıp 226. Sayfayı açtım. Üçüncü paragrafı okur musun dedim. Benim kızgınlığımı anlamış olacak ki ama Başkanım mahkeme kararı var dedi.  Mahkeme kararı varsa neden karar sayısını, tarihini, hangi mahkemenin bu konuda karar verdiğini neden yazmadın dedim. Bana baktı. Dudakları titriyordu. Dona kaldı. Siz, hepiniz yalancı ve sahtekarsınız. Yazdıklarınız, söyledikleriniz hep yalan. Köy Enstitülerine düşman olduğunuz için böyle uyduruk yalanları çekinmeden, vijdanınız sızlamadan yazıyorsunuz. 
 Mahmut Saral öğretmeni bilmem tanır mısınız. Erzinli, Düziçi Köy Enstitüsünde öğretmenliğe merdiven dayamışken ünlü Bayrak olayı ile ilgili sürgün edilmiş. Sonradan Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Pedagoji bölümünü bitirmiş, Meslek dersleri öğretmeni olarak Adana eğitim Enstitüsünden emekli olmuş.  Ben Mahmut Saral öğretmenimin Bayrak olayında gördüğü işkenceyi anlatmayacağım. Onu detaylı olarak kitabından okumalısınız. Mahmut saral bir kitap yazmış. Kitabın adı: Karartılan Aydınlık Düziçi Köy Enstitüsü.  183 sayfa.  Rahmatli Mahmut Saral öğretmenim ünlü Bayrak olayını ve Bayrak olayını organize edenleri, detaylı olarak anlatmış. Olayda adı geçen ünlü komplocuya Anlı Mollaoğlu adını vermiş. Köy Enstitülerini kapatmak isteyenlerin, sevmeyenlerin kumpaslarını sergilemiş, yalanlarını yazmış.  Kitapta özellikle 91-107 sayfaları mutlaka, ama mutlaka okumalısınız. 
 Kitabı okuyunca Mahmut Saral Öğretmenime telefon açtım. Ağabey dedim. Bu anlı Molloğlu kim. Benim yaptığım araştırmalarda Düziçi’nde böyle bir isim yok. Mehmet Göl dedi. O ismi sana sonra söyleyeceğim. Şimdi telefonda olmaz. Anladım ağabey dedim.  Sevgili Yusuf Yıldırım’ın organize ettiği, benim yönetici, Mahmut Saral öğretmenimin de konuşmacı olduğu Yemekhanedeki bir panelde kulağıma fısıldadı.  Hani sen soruyordun ya dedi. Anlı Mollaoğlu kim diye işte o…… dedi.  Yüce Tanrının rahmeti üzerinizden eksik olmasın Sevgili öğretmenlerim Ali Özken,  Mahmut Saral. Işığınız bol olsun. 
 Yalancıları,iftiracıları,kumpasçıları da Yüce Tanrı bildiği  yapsın. 
 Mehmet Göl 
  Kamalist İlahiyatçı



Yaşar
sayfasından

ANADOLU’nun IŞIKLARI SÖNDÜRÜLDÜ-2
4 Şubat 1954 tarih ve  8625 sayılı Resmi Gazete ile
ŞALTERLER İNDİRİLDİ; KÖY ENSTİTÜLERİ KAPATILDI..
AYDINLIKLA - KARANLIĞIN MÜCADELESİNDEN;
İKTİDAR+TARİKAT+MÜTEGALLİBE İTTİFAKI GALİP ÇIKTI.
Köy Enstitüleri sadece 10 yıl mezun verebildi..
Köy Enstitüleri bu dönemde  17.342 öğretmen, 7.300 sağlık memuru, 8756 eğitmen kazandırdı.. Bu mezunlar arasından Türk edebiyatına yön veren 57 büyük şair ve yazar çıktı..

Daha fazlasına izin verilmediği gibi..  Mezun olanlara da rahat yüzü gösterilmedi..
Demokrat Parti iktidarı köy enstitülü öğretmenleri düşman gibi gördü..  Hep soruşturdu.. Komünist diye yaftaladı.. Yalanlarla, iftiralarla halkın gözünden düşürmeye çalıştı.. Yetinmedi; mahkemelerde süründürdü.. Aile düzenlerini bozmak için en ücra yerlere atayarak yıldırmaya çalıştı.. Uydurmuyorum.. Babamdan biliyorum, Amcamdan biliyorum.. Onların Köy Enstitülü arkadaşlarından biliyorum..
*
 Demokrat Parti’den sonra  gelen yönetimler de  tarikat- cemaat- mütegallibe ittifakını karşılarına almaya cesaret edemediler.. Köy Enstitülerini yeniden canlandırmak yerine,  boşluğu  İmam-Hatiplerle doldurulmaya yöneldiler..
Köy Enstitüsünün yerini doldurması için getirilen İmam Hatip okullarının sayısı bugünlerde 4. Bini geçti.. Mezunlarının sayısı milyonları geçti..  Bugün İmam Hatipliler sadece Diyanette değil, başta Milli Eğitim olmak üzere; Askeriyede, Mülkiyede, Adalette, yani devletin her kademesindeler.. Buradan mezun olup ünlenen bir sanatçı, bir şair veya yazarı ara ki bulasın..
*
Köy Enstitüleri Ata’mızın hayaliydi.. Anadolu köyleri aydınlanmalı ve kalkınmalıydı.. Bu hayalini gerçekleştirmeye ömrü yetmedi..  Ata’mızın bu hayalini gerçekleştirme görevi İnönü’ye düştü..  Cumhurbaşkanı İnönü, Milli Eğitim Bakanlığına Hasan Ali Yücel’i atadı..   Hasan Ali Yücel yanına İsmail Hakkı Tonguç’u alarak gece gündüz demeden çalıştılar.. Yakılacak 21 meşalenin yerlerini seçtiler.. Köy Enstitüleri kanun taslağını hazırlayıp Meclise sundular..
Taslak, 17 Nisan 1940  tarihinde oylandı, Yasa, o gün meclise gelen 278 vekilin  oy birliği ile kabul edildi..  Ancak o gün başta Celal Bayar ve Adnan Menderes olmak üzere sonradan Demokrat Parti’yi kuracak olan 148 milletvekili yasayı protesto etmek maksadıyla meclise gelmediler..
Saflar belli olmuştu.. İki taraf da boş durmuyordu..
Bir yanda İnönü, Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç üçlüsü, İkinci Dünya savaşının zor koşulları altında yurdun her bir köşesinde meşaleleri birer birer yakarken;
İçinde toprak ağalarını, din tacirlerini, şeyhleri  barındıran karşı  nüve o meşaleleri söndürmek için el altından su yürütmeye başlamıştı.. Bu nüvenin sermayesi genellikle yalan, iftira ve din sömürüsüydü.. Ahlak üzerinden vurdular.. ‘Kız Erkek beraber okutulamaz’ dediler..  ‘Komünistlik bu’ dediler..
*
Bu arada Köy Enstitüsünün ilk mezunları,  köylere gitmiş, tüm zorluklara rağmen Anadolu’ya ışık saçmaya başlamışlardır.. Köylü bilinçlenecek, ülke kalkınacaktı..
*
Karşı cenahın gerçek niyetleri 1945 yılında CHP’nin Çiftçiyi Topraklandırma Kanun tasarısını meclise getirmesiyle ortaya çıktı.. CHP içindeki muhalif kanatla birlikte ağalar, şeyhler, dervişler ayaklandılar.. Tehditler savurdular.. Sonunda Demokrat Parti’yi kurdular..   Şimdi daha örgütlü, daha organizedirler..
Hazırlıksız seçime girmesine karşın Demokrat Partinin 1946 seçimlerinde aldığı sonuç, 5 yıllık savaş döneminin faturasının CHP’ye çıktığının kanıtı gibidir.. CHP için artık alarm zilleri çalmaktadır..
Cumhurbaşkanı İnönü “İki büyük eserim” dediği Çok Partili Demokrasi ve Köy Enstitülerini kurtarma telaşına düşer. Daha bağımsız olmak adına CHP’den istifa edip tarafsızlık yemini eder..
Köy Enstitülerini kurtarmak adına muhalefeti memnun edecek ödünler verir.. Din dersleri müfredata sokulur.. Kız erkek sınıfları ayrılır.. Dünya Edebiyat Klasikleri yasaklanır..
Ancak bu ödünler, Demokrat Parti’nin Köy Enstitülerine bakış açısını değiştirmediği gibi,  CHP’yi de  yenilgiden kurtaramaz..
Demokrat Parti 1950 seçimlerini çoğunluk sisteminin avantajıyla açık ara kazanır..
Mütegallibe, daha güçlü olmanın ve kazanmanın verdiği cüretle gerçek niyetlerini de ortaya dökmeye başlar..
*
Kendisi de bir toprak ağası olan Demokrat Parti Genel Başkanı ve Başbakan Adnan Menderes;
“-KÖY ENSTİTÜLERİ, YÖNETEN KESİMDEN DAHA AKILLI BİR VATANDAŞ PROFİLİ OLUŞTURUYOR..  BU KABUL EDİLEMEZ..” der.
*
Sivrihisar’da büyük toprakları olan Eskişehir Milletvekili Abidin Potuoğlu, Enstitü öğrencileri için;  “-BUNLAR YETİŞTİKLERİ ZAMAN, BİZİM KAFALARIMIZI KESERLER..”  der.
*
Eskişehirli  toprak ağası Emin Sazak; “-BEN BİNECEĞİM EŞEĞİN BENDEN  AKILLI  OLMASINI İSTEMEM..”   der.
*
“Köy Enstitüleri neden kapatıldı” sorusunun yanıtı belki de, Van  milletvekili olan Kinyas Kartal’ın yıllar sonra gelen itirafında gizlidir:
“-Köy Enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören insan benim. Köy Enstitüleri, bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmenler gidince benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler. DP ile pazarlığa girdik, kapattık..” der.
***
Akıl.. Mantık.. İzan sahibi herkes..
Köy Enstitülerini kimlerin yok etmek için çabaladığını,
Kimlerin yaşatmak için mücadele verdiğini bilir, bilmesi gerekir..
Aradan yaklaşık 70 yıl geçmiş, o zihniyet hala o yolda, aynı tonda devam ediyor.. Tüm okullar İmam Hatip yapılmaya çalışılıyor..
Ancak, İnternette ve sosyal medyada binlerce kişi Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı çakma tarihçi Mustafa Armağan’ın ortaya attığı “-Köy Enstitülerini İnönü kapattı” yalanına inanıyor, bu yalanı  paylaşıyor..
El insaf..
El vicdan..

Mehmet Kurthan 04.02.2019

4 Şubat 1954 tarih ve 8625 sayılı Resmi Gazete

https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8625.pdf


YUNUSCA ŞEYLER
ÖĞRETMEN
Daha ergenlikten çıkarken,
öğretmen olmuştuk biz!
isyankardık!
devrimciydik,
Allah'ına kadar!

Ateşin yaktığını,
ellemeden kabullenmedik;
başkasını yakabilirdi belki,
ama yetmezdi bize gücü!
ateş de olsa;
cürmü kadar yer yakardı çünkü!

Dostlarımız vardı ölümüne,
güzel bir dünya kurmak için...
türküler söyledik,
karlı kayın ormanında;
'çocuklar da şeker yiyebilsin' diye...

Önce insandan başlayıp,
sadece sevmeyi öğrenmiştik!
üzgünüm, ne öğrenebildik,
ne de öğretebildik zübüklüğü!
ve yetmedi sevgimiz,
'O güzel dünya'yı kuramadık işte!
kimimiz öldürüldük,
doyamadan kara gözlüye.
zindanlarda çürütüldük kimimiz!
kurşuna dizildi sonra,
bütün hayallerimiz.

allı yeşilli giyemedik hiç,
'kire kör'dü renklerimiz,
tıpkı hayatımız gibi.
kirlenemedik, işte;
ÇÜNKÜ;
ÖĞRETMENDİK BİZ!(YG)
İLK MEZUNLAR (DUZİCİ KÖY ENSTİTÜSÜ), İsmail Safa Güner
İ. Safa Güner, Köy Enstitüleri Hatıraları, 1963, İstanbul: B.Kervan Matbaası, s.57-58
Sene 1944. Ekim ayına girdik. Bu Ekim ayının ilk günleri Düziçi’nin çok heyecanlı, coşkun günleri oldu.
Düldül'de çam tırnakları, taşocağında balyozlar, Sabun çayında kum yatakları Düziçi ovasında toprak ile savaşarak dolu geçen beş yıl bitti. Beş yıl, bu ilk mezunlar için destanlarla anlatılamayacak kadar zengin bir ömür parçasıdır.
Dersliklerde bilgi kapışan işlek kafalar, iş alanlarında nasırlaşan eller ve çelik pazılarla köylerine dönecek, bu gençler, gelişlerindeki çelimsiz, renksiz, ürkek günlerine kendileri de şaşıyorlar. Şimdi onlara köylüleri şaşacak, babaları şaşacak..
Beş yıl nasıl da çabucak geçiverdi. Nasıl da o çelimsiz, kara kuru, yalınayak çocuklar boyunbağlı şık delikanlılar oluverdiler. Yanık yüzlü topak bir çocuk olan Mehmet Saygılı'nın böyle dalyan gibi bir yiğit olacağını anası bile hayallemezdi beş yıl önce.
no.lu Ahmet Yiğit'in sahiden yiğit olacağına ve tahta parçalarından zarif bir bavul yapacağına kim inanırdı. Kim inanırdı ki, Mustafa Kara yaman bir duvarcı ustası olsun. Halil Yurt'un, Ahmet Atıcı'nın şimdi başlı başına bir bina kurma hünerine akıl erer miydi. İşte Emin Erzin, enine boyuna serpilmiş, insana bir güven veriyor. Ali Çelik örsün başına geçince kırk yıllık bir demirci gibi çabucak bir çapa yapıyor. Pamuk tarlasında çın çın öten geniş ağızlı bir çapanın yapımı az mesele miydi onun köyünde. Mehmet Ali Çığşar'ı kulağının arkasına soktuğu yassı kalemiyle sol tezgâhın başında görür gibi oluyorum. Kırmızı yanakları, gülümseyen yüzü bütün duruluğu ile canlanıyor hayalimde. Zühtü Yaşar şimdi belki de göbekli bir adam. Ama ben onu sınıfta tok sesi ve iyi fikirleriyle hatırlıyorum. Tığ gibi bir delikanlı. Ali Söyler narin, Cemal Kütük gürbüz, Nebi Özen durgun, Mehmet Daniş kibar, Yusuf Öktem ciddi, Hasan Kınay dalgın, İbrahim ve Sami Alganlar iki ağır başlı kardeşler, Ali Özkan gösterişli ve kalın sesli, hepsi taptaze yaşıyorlar hatıramda. Kâzım Kırca'nın zeybek pozları unutulur mu. Onun millî oyunları şiirdi sanki. İshak Nasıf'ın ustalığı, demir işliği için bir övünme olmuştu. Hüseyin Şahin, Mustafa Kararmaz, Halil Özdemir, İsmail Çetin, Bekir Karcı, Mehmet Yalçın, Veysel Küçük, Yusuf Kubilây, Osman Kuşçu, Rasim Avcı, Sabit Gündüz, Mahmut Öğretim, Koçak, Kızılkaya, Şener, Açıkalın, Güler, Boşo, Gök, Ural, Büyükkaya, Kanıbir, Yener, Aray, Özokur, Durmaz... Hepsi hepsi benimle beraberler şimdi. Yüze yakın ismi saymak zor elbet 16 yıl sonra. Hoş görünüz ismi geçmeyenler beni, unutuldunuz sanmayın. İlk mezunların tek kızı Saime Çetin'i yıllar sonra İbrahim Türk’le mesut bir yuva kurmuş görmenin kıvancını da belirtmeden edemeyeceğim.
Tahsin Şener çok konuşur, Karadavut yanık yanık türkü söyler de, Hilmi Karataylı itiraz etmez olur muydu hiç. Canım Sürmeli’yi çalışmaz derlerdi. Salim Öztorun'u da o ayarda tutarlardı. Ama Salim'in köyünde gençlerin eğitimi için nasıl bir ortam yarattığını bu yüzden iki oğlunu işinden alıkoyuyor diye, bir babanın çiftesine hedef olduğunu duyduğum zaman, (Nasılmış bak, öğrencilik ile köye lider olmak başka şeydir.) demek için eski dost aradım yanımda. Mesela Rafet Tanışık olsaydı, İrfan Baykal da olsaydı dedim.
Kesin değil ama, galiba 92 dir bizim ilk mezunlarımız. Okuyan, anlayan, duyan, düşünen, yapan bu 92 genç, o yıl güney illerinin 92 yıldızı oluyordu. Işık saçan gerçek öğreten, hünerli, kiminin sıvaya, kiminin plânyaya, kiminin demirci çekicine eli yatkın gençti bunlar. İçlerinde tek Saime ise ütü bilen, dikiş bilen, örgü ören kültürlü köy kızıydı. Büyükçe bir bucak olan köyü Misis'de o da tek yıldız olacaktı.
Mutlu günlerimizdi 944 Ekiminin ilk günleri. Yüzyılların sırtını çevirdiği güney köylerimize kendi evlâtlarını öğretmen olarak yolluyordu.
Onların içi belki de başka duygularla taşıyordu. Ağır işlerden kurtulmanın, dilediği zaman yatma, dilediği zaman hürriyetine kavuşmanın ana baba hasretine son vermenin ve nihayet öğretmen olma gurur ve kıvancının duygularıyla coşuyorlardı.
Biz ise geride kalanlar, yetiştirmenin engin zevki ile başarılı olup olmayacaklarının tasası içinde kaygılı bulunuyorduk.
Ağabeylerini selâmetleyen küçük sınıflar sıranın kendilerine bir adım daha yanaşmanın verdiği heyecanı yaşıyorlardı.
Düziçi bir hafta, yaslı şenlik yapıyordu. Evet yaslı şenlik. Gidenlerin sınıfları defne dalları ve bayraklarla donatılmış bir çeyiz odasını andırıyordu.
Bir gün geç vakitlere kadar kutlama kabul etti yeni öğretmenler, beş yıl oku¬dukları sınıflarında, öğretmenleri onlara meslektaşlar diye sesleniyor, arkadaşları öğretmenlerimiz diyordu.
Şeker tutuyorlar, şiir okuyorlar, fıkra söylüyorlar, anılar naklediyorlar gelenlere.
Davul zurna oyun havası vuruyor meydanlarda, dönüyor yüzleri bulan oyuncular… Diz vuruyor yere, göğüs geriyor göğe... Burda bir şenlik var. 92 köye 92 önder gidiyordu yurdun bir kesiminde. Bu şenlik yüz yıllardır bizi bastıran kara cehalete ilk saldırışın şenliğiydi.
Şiiri, söylevi, fıkrası, davulu, zurnası, kemanı, mandolini, türküsü ile beş güney ilinde bilimsizliğe açılan savaş ilân ediliyordu. Bu çağırı günler ve geceler sürmeliydi. Duymayan kalmamalıydı. Gericiler ürpermeliydi artık. Ülkücülerin öncüleriydi bu gidenler. And içiyorlardı. Köylüyü okutacaklar, ayrık otunu kurutacaklar, üfrükçüyü susturacaklardı..
Bir hafta çok muydu bu kervanı düzmeye. Bu bir bilim kervanıydı. Bu bir hüner kervanıydı. Bu bir ülkü kervanıydı. Veda ediyordu artık ilk mezunlar. Her şubeye sınıfında veda ediyorlardı. Kucaklaşıyor, ağlaşıyordu 800 temiz yürekli güney çocuğu.
İşte Keramettin Çelebi bir mısraında (Yolunuzdayız, peşinizdeyiz topumuz) deyip haykırıyor. Sendeler gibi el uzatıyor. Halil Dönertaş kardeşine (Yüzünü kızartma) diye fısıldıyor.
Kafileler tamamdı artık, beş ile beş kafile. Sıra öğretmenlerine gelmişti, onlarla helâlleşmekti bu görüşme. Öpülen ellerimiz riyasız gözyaşlarıyla yıkanıyordı… Düziçi canından can veriyor, ciğeri kopuyordu sanki.
Öğretmen aileleri de yastaydı bu gün. Önce sessiz başlayan acılar, yasa ağıta dönüverdi bir an. Düziçi tanık tutuluyordu. Köylerimize bu sevginin seli olacaktı.
Başlarında birer öğretmen ile yolladık yavruları. Kuş palazları gibi küme küme, bölük bölük uçurduk illerine. Emanet edecektik hepsini yönetimcilerin ellerine.



DÜZİÇİ EFSANESİ

Biz neler kazandık, neler yitirdik
Ardımızda kötü anı kalmadı
Altı yılı koca ömre yetirdik
Düziçi’nin yeri asla dolmadı.

Mustafa Ersoy’la başladık yola
Rahmi Dönmez ile tutunduk dala
Akif Korkmaz geldi, uğurlu ola
Hiçbirinden şikâyetim olmadı.

Karizma dediğin Saraçoğlu’ydu
Asil bir insandı, mertti, doğruydu
İnsan sevgisini özünde duydu
Çalıştı, yoruldu ama yılmadı.

Yusuf Kök hocamla karekök aldık
Hüseyin Şanlı’yla mandolin çaldık
Mustafa Şahin’le irfana daldık
Cehalet kapıyı asla çalmadı.

Cevdet Tarcan sporcunun piriydi
Mehmet Yaman açık sözlü biriydi
Muzaffer Bey tam sözünün eriydi
İnan yerinizi kimse almadı.

Bir koca ömürde onları andık
Hepsini anamız babamız sandık
Biz bu efsaneye tümden inandık
İzlerini hiçbir kuvvet silmedi….
Ahmet Yılmaz  - 31.12.2017
İRFAN ÇEŞMESİ

Derinden, hangi kaynaktan kaynarsın
Bir yalnızlıktan koparcasına çağlarsın
Hafif ve biraz da kulağa değen sesinle
Bir söze akışın yok mu, maziden yana
Sana bakan gözleri an, İrfan Çeşmesi!

Esintileri hoyrat havalıdır çamlıkların
Ve rüzgâr fısıltıları, yağmur serpintisi
Bulut, damlasına cömerttir yağmurun
Çevrede dolaşır başında kavak yelleri
Sana dolan yaşları an, İrfan Çeşmesi!

Günün akşama devrildikleri saatlerde
Kendi içine kapanır, söylenir, inlersin
Karanlık basınca kimse eğilmez sana
Toy civan uykuları, birer uçları sılada
Sana kalan düşleri an, İrfan Çeşmesi!

Sabahları erken ilişir göz kapaklarına
Daha kimse kalkmadan tıklar kapıları
Hafta sonlarını da katar tutkunluğuna
Mevsimin dördünü de paylaşır baharı
Sana uzanan elleri an, İrfan Çeşmesi!

Konuşmasız ilk göz ağrısı buluşmalar
Ve saklanır ders aralarında bakışırken
Sınıflar boşalmadan, alır başını, gider
Gönül bu sevgiden aşka eşlik ederken
Sana gerilen telleri an, İrfan Çeşmesi!

Ustasından, çırağından, zarif kârından
Taş üzerine taş, duvar üzerine türküler
Biliminden, görgünden, akıl tarzından
Azmin ve inancın emekçisi olabilenler
Sana sunulan irfanı an, İrfan Çeşmesi!

24.02.2015
(iki dilden şiirler, 240 sayfadır
genişletilmiş 3.baskısı, nisanda çıkar)
BİR KARACAOĞLAN ÇIKAR KARŞIMIZA

Dinle aziz dost, bir görelim şu Düldül’ü
Haruniye’den mi baksak, Hacılar’dan mı,
Uzaktır dersen Çömezler’de seyredelim
Diksek gözümüzü dağ düşer kaşımıza.

Gel ey dost, ince eleyip dokumayalım,
Zorsa kavlimiz, Gökçayır’ı bağlayalım.
Yok, öyle hoş değil, ilik düğmeleyelim
Sonra bir Karacoğlan çıkar karşımıza!

Haydi güzel dost, tez varalım kalesine
Yamaçlardan mı gitsek, aşağılardan mı,
Çetindir yolu dersen yukar’dan geliriz
Gecikirsek beden taş vermez başımıza.

Dinle aziz dost, acı söz söylemeyelim
Sürmeli cerenmiş sevdası, çağıralım...
Dur, kale boş değil, bir bahane bulalım
Sonra bir A.Karabağ çıkar karşımıza...

(Güldestan Gibi, toplu şiirler, 400 sayfa,
genişletilmiş 2.baskı)

75 Yıllık Okul Eğitim Kurumu
DÜZİÇİ KÖY ENSTİTÜSÜ, DÜZİÇİ İLKÖĞRETMEN OKULU,  DÜZİÇİ ÖĞRETMEN LİSESİ, DÜZİÇİ EĞİTİM ENSTİTÜSÜ, DÜZİÇİ ANADOLU ÖĞRETMEN LİSESİ
1940-1954 Düziçi Köy Enstitüsü eğitime büyük değişim ve katkı sağladı.
1952-1953 yıllarından itibaren yatılı kız öğrenci almamıştır.
4 Şubat 1954 yılında ilk öğretmen okuluyla birleştirilerek öğretim süresi 6 yıla çıkartılmıştır.
1970-1971 öğretim yılından itibaren öğretim süresi 7 yıla çıkartılmıştır. 27.03.1974’te öğretmen okulları kapatılınca 1974-1989 arasında Düziçi Öğretmen Lisesi adıyla eğitim-öğretim faaliyetlerine devam etmiştir.
26.10.1977 tarih ve 47657 sayılı yasa ile 1977-1979 yılları arasında 2 yıllık Eğitim Enstitüsü olarak eğitim ve öğretime devam etmiştir.
1989-1990 Öğretim yılından itibaren Düziçi Anadolu Öğretmen Lisesi adı altında halen eğitim ve öğretim faaliyetlerine devam etmektedir. 2014-2015 Öğretim yılında Anadolu Öğretmen Liseleri de kapatıldı.
1975’e kadar 20 Müdür, 550’den fazla öğretmenin görev yaptığı okulumuzdan, 1246 Köy Enstitüsü 4196 Öğretmen Okulu, 532 Eğitim Enstitüsü olmak üzere 5974 öğretmen mezun olmuştur. 1975-2015 yıllarında lise olarak eğitim-öğretime devam ettiği yıllarda, 2890’dan fazla öğrenci mezun olmuştur. Binlerce öğretmenin yanı sıra, yazar, bilim adamı, öğretim üyesi, yönetici, politikacı, hukukçu, sanatçı gibi mesleklerden başarılı insanların yetişmesine zemin hazırlamıştır.
17 Nisan 1940
KURULUŞUNUNUN 78.YILINDA KÖY ENSTİTÜLERİ
Onlar,
Köy çocuklarıydı.
Kurumuş çalılar gibiydiler bozkırda.
Kavrulmuş ekinler gibiydiler.
Geldiler,
Yalın ayakları
Ve
Yırtık mintanlarıyla geldiler,
Gönen’e, Aksu’ya, Kepirtepe’ye.
Ezilmiş, sömürülmüş, horlanmış
Ve
Unutulmuştular bin yıldır.
Ferhat oldular,
Yardılar İdris Dağını.
Gürül gürül akıttılar suyunu,
Hasanoğlan’a.
Köroğlu oldular,
Kafa tuttular Bolu Beylerine.
Yıktılar saltanatını ağaların.
Tolstoy’u Balzac’ı okudular koyun güderken.
Mozart’ı, Bethoven’i çaldılar dağ başlarında.
Moliere’i, Sophokles’i oynadılar.
Horon teptiler Beşikdüzü’nde kol kola.
Halay çektiler Yıldızeli’nde türkülerle.
Diz vurdular Ortaklar’da efece…

Siz,
Her gece,
Mehtaba çıkarken Heybeli’de,
Onlar,
Duvar ördüler,
Çatı çattılar.
Yıldızlara bakarak yaz geceleri,
Harman yerlerinde yattılar.
Kazma salladılar yorulmadan.
Kerpiç döktüler
Kerpiç.
Sızlanmadılar hiç.
Yakıştı nasırlı ellerine,
Kitap ve çekiç.
Başladı yurt harmanında imece…
Bir gece,
Karanlık inlerinden sinsice,
Brütüsler çıktı ansızın.
Çektiler zehirli hançerlerini,
Vurdular sırtlarından haince…
Çıktı mağaralarından yarasalar,
Çıktı halk düşmanları,
Üşüştü sülükler gibi üstümüze.
Emdiler kanımızı,
Doymadılar.
Yıktılar umudunu Türkiyemin.
Aydınlık bir Türkiye gelir aklıma,
Kalkınmış bir Türkiye gelir,
Köy Enstitüleri denince.

İNCEBAYRAKTAR

DÜZİÇİ
Koperatif öğretmen lokali müzik sınıfı
Duruyor mu yerinde
Kantinin önünde masa tenisi oynamayı unutmayın
Hamam yıkılmış mı havuzun suyu var mı

Tören alanına bakan
Bayrak direği kaidesi bazaltan
Bir anıt gibi direniyor zamana inat
Direksiz yemekhanede
Yemekler yenirdi uğultular içinde
Arada bir anonslar duyulurdu
Yayın odasından
Cümle kapısından tarım alanına giden
Düzgün yolda uzun yürüyüşler yapardık
Neşe içinde

Kooperatif binasının balkonundan
Düziçi ovasına bakmayı severdim
Bana sonsuzluk duygusu verirdi
Ceyhan nehrinin suladığı
Uçsuz bucaksız Çukurova vardı gerilerde
Geç Hitit dönemi Aslantaş
Çukurova nın böğründedir.
Sonra Yaşar Kemal Teneke romanı
Akça Sazın Ağaları
Andırın yöresi ırgatları
Ve çeltik tavaları tarlaları
"Her sineği de bir alıcı kurt olur"
Garip türküsünde bahsedilen topraklar

Kooperatif binasının balkonunda
Gün batımı eşliğinde
Kadehlerdeki kızıl renkli şarapları
Kadim uygarlıkların şerefine içmek
Ne güzel olurdu
Serin bahar akşamlarında

Düziçi geçmiş kültürlerle
Cumhuriyet aydınlamasının
Buluştuğu kesiştiği bir önemli kavşaktır
Bizler Düziçi sayesinde
Kadirli ve çevresindeki ağaların
Pamuk ve çeltik tarlalarında
Irgat olmaktan kurtulduk
Düziçi işte böyle bir yer
Bazılarının yolu geçer sadece
Bazılarına ise gerçek bir yol olur
İBRAHİM TEMİZ
22 Nisan 2018
Tamamını okumadan beğenmeyiniz ve PAYLAŞMAYINIZ.
ANILAR
ALİ COŞKUN
İstanbul, 2018

ÖN SÖZ
Her insanın hayatında etkilendiği kişiler vardır. Bunların başında öğretmenler gelir. Uygarlık savaşçısı eğitimcilerin yetişmesi de farklıdır. Köy enstitülerinde hem uygar hem milli hem laik hem de üretici öğretmenler yetişti. Sayısı 18000’e ulaşan bu önder ve özverili öğretmenlerden biri de Ali Coşkun’dur.
Ahmet Soner’in Köy Enstitüleri Belgesellerini izlemek için İstanbul Beyoğlu Pera Müzesinde Ali Coşkun ve kızı öğretmen İkbal, Nimet Atıcı ve kızları Nurhayat ve Selma ile Seyit Ali Gözükara öğretmenimle 2012 güzünde buluşmuştuk. “Düziçi Köy Enstitüsü Belgeseli”nin çekimlerini üç öğretmenimin evinde 2013’te gerçekleştirdik. Yönetmen Ahmet Soner’e danışmanlık yaptım. Düziçi İlköğretmen Okulu’nda 1962-1967 yıllarında okurken uygulamalı derslerimizin benzediğini hatırlarım.
“Düziçi Köy Enstitülü Yıllar” YKKED, 2015, kitabını düzeltirken ve kitabın Düziçi İlköğretmen Okulu bölümünü yazarken önümde ve aklımda hep öğretmenlerim vardı.
Baba Ali Coşkun anlattı kızı İkbal Serap Yıldız yazdı, Yusuf Yıldırım da düzeltti, bu ANILAR oluştu. 
Ali Coşkun öğretmenimi evinde her yıl ziyaret ederim. Saygım da sevgim de yüksek. Örnek insanları unutamayız. Nice sağlıklı yıllar dileyerek sunarım.
Yusuf Yıldırım, 2018

ALİ COŞKUN
Mustafa oğlu Doruk/Ceyhan 1928 doğumlu.
Düziçi Köy Enstitüsü 1944-1945 mezunu.
İLKOKULA BAŞLAMA
Daha okula başlamamıştım. Bir gün yolda oynuyordum abim geldi bana okula gideceğimi söyledi. Ben o zamana kadar okulun sahibinin köyün ağasının olduğunu zannediyordum. Ağanın yeğeni Ahmet’in beni okula girdirmeyeceğini sanıyordum. Abime “Ahmet beni okula sokar mı” diye sordum. O benden bir yıl önce okula gittiği için okul hakkında daha çok bilgisi vardı. “Okul Ahmet’in dayısının malı mı ki sokmayacak” dedi.
Ben sokaktaki oyunumu bırakıp okula gittim. O günden sonra okullu oldum. Okul o zaman köyün camisindeydi. Büyük sınıflar sıralarda, birinci sınıflar ise yerde oturuyordu: Birleşik sınıf eğitimi vardı. Bir öğretmen bütün sınıfları eğitirdi. Öğretmenimiz Bahçeli Mahmut Toktaş, bizim nereye oturacağımızı gösterdi. Okullu olmak çok önemliydi, o gün eve ben okullu olarak döndüm.  Bundan sonraki hayatımın geri kalan kısmına emekli olana kadar okullu olarak devam ettim. Öğretmenimiz köyümüzün okul bahçesinde bizi tarım derslerinde bahçede çalıştırırdı. Bahçeli öğretmenimiz askere gidince yerine Karaisalı başka bir öğretmen geldi. Muhittin Aktaş o çok güzel plan yapardı, çünkü biz plan defterine bakardık o gün ders nasıl işleyeceğimizi oradan bakar öğrenirdik. Dersi öğretmenimiz mi işleyecek biz mi anlatacağımızı gibi bilgileri oradan okurduk. Plana göre pozisyon alırdık. Beşinci sınıftayken öğretmenimiz bize kimler öğretmen olmak ister diye sordu. O zaman öğretmenler 60 tl. maaş alıyordu bu bizim için çok büyük bir paraydı. Biz de büyüyünce öğretmen olup bu kadar büyük maaş alalım istedik. Öğretmen olmak isteyenlerin hepsi ismini yazdırdı sınıfın nerdeyse tamamı ismini listeye yazdırdı. Fakat gitme zamanı gelince çoğu vaz geçti. Bazılarını babaları göndermedi, bazıları da kendisi gitmek istemedi. Beni de köylülerden bazıları imam olursam köye daha faydalı olacağımı söyleyerek etkilemek istediler ama ben okuyup öğretmen olmayı çok istiyordum. Babam göndermek isterken annem de engellemeye çalışıyordu. Babam beni gönderince annem abimi göndermedi.
HARUNİYE YOLLARINDA
Düziçi Köy Enstitüsü’ne gideceğim zaman ailemle vedalaştım. Köyümüzden babamla Ceyhan’a geldik. Babam, noterde yüklenme/taahhütname senedi yaptırdı ve bana iç çamaşırı aldı. Akşam Ceyhan’da otelde kaldık. Ertesi gün trene binerek Osmaniye kazasının Mahmure istasyonuna geldik, elimde iç çamaşırları bohçam vardı. Mahmure’de inince okulun yolunu sorduk. Bize yüksek bir dağın üzerinde büyük bir çam ağacı var o çamın yanına varınca karşıda okulun görüneceğini söylediler. Biz de yola düştük. Yol da iki çocuk ile karşılaştık. Onlar da Düziçi Köy Enstitüsü’ne gidiyorlardı: Dörtyollu Mehmet Er ile Hataylı Murat Karaşahin. Hep birlikte yola devam ettik arkamızdan bir atlı geldi ve yetişti bizimle aynı yola gideceğini söyledi. Elimdeki bohçayı yardım amaçlı taşımak istedi. Böylece eşya taşımadan yola devam ettim. Büyük çam ağacının yanına gelince karşıda yeşillikler arasında çok büyük bir yapı gözüktü ama çok uzaktı. Ama yine yola devam ettik. Bir süre sonra atlı bizden ayrıldı bohçamı da verdi fakat sonradan iki tane fanilamı aldığını fark ettik tabii çok üzüldüm. Belki de düşmüştür bilemeyeceğim. Çok küçüktüm o yol benim için çok uzun ve yorucu olmuştu.
YENİ GİYSİLER
Okula ulaştık. Babam ve yanımızdaki çocuklarla birlikte eğitim başı -müdür yardımcısının üçüncü kattaki odasına çıktık. Okula kayıt olduktan sonra bir refakatçı/nöbetçi öğrenci yemek, yatak ve benzeri ihtiyaçlarımızla ilgili bize yardımcı oldu. Kıyafet getirdiler arasından boyuma bedenime uygun boz renkli pantolon ve ceket verdiler giydim. O elbiseleri giyince okullu olduğumuza iyice inandık. O gece babam da okulda kaldı her halde veliler için kalacak konuk odası vardı. Yataklarımız iki katlı tahtadan yapılmış ranzaydı.  Ranzanın üst kısımda yatmamı belirttiler kayıt numarasına göre yatma yeri düzenlenmişti. Bizden bir yıl önce giden köylülerimiz akrabalarımız Hüseyin ve Halil Baharların orada olması bana güven duygusu veriyordu. Ertesi gün sabah iş elbisesi vermişlerdi onları giydik pantolon ve gömlek.
İŞİM: YAPICILIK
Sabah kahvaltıdan sonra inşaat alanına götürdüler, yeni yapılmış olan yatakhane binasının istinat duvarı yapılıyordu oradaki toprağın taşıması tahtadan yapılmış iki kollu iki kişinin taşıdığı teskere denilen bir araçla taşırken ben çok yoruldum. Başımızdaki öğretmenimiz beni oradan alarak yıkılan istinat duvarının taşlarını temizleme görevini verdi. Taşlar yeni kesilmiş sivri insanın elini çok acıtan cinstendi.
O işte bana çok zor geldi sonra marangoz oldum. Dülgerlik/marangozluk yaparken benim yaptığım işi çaldılar; marangozluktan tenekeciliğe geçtim ve kutu keserken elimi falan kesiliyordu ama bir gün teneke kesmek isterken gücüm yetmediği için makası iki elimle tutuyor ve karnıma dayayarak güç almaya çalıştım ve makasın iki sapı arasında kalan karnımın eti sıkıştı ezildi yara olunca tenekeciliği de bıraktım. Demirci oldum ama bu defa da ocağa kömür atıyorum kömürün tozu beni rahatsız ediyordu. Derken tavukçu oldum tavuklara yem veriyorum, yumurtaları topluyorum ama tavuklar çok kötü kokuyorlardı o kokudan da rahatsız olunca inşaat alanına tekrar geldim. Orada hava temiz, koku yok, toz yok, mikrop yok bana daha cazip geldi.
Enstitüde beş yıl boyunca bir gün ders bir gün iş yaptık. Günlerimiz bu şekilde geçti.
BİR AY TATİLDE KÖYDE ÇAPA
Senede bir ay yaz tatili iznimiz vardı o tatiller de genellikle haziran ayında olurdu. Kendi köyümüze gelirdik Köydeyken çapa işçiliğine gidiyorduk ücret karşılığında kazandığımız parayla da yıl için de okul harçlığı yapıyorduk.
ERZURUM’DA OKUL YAPISI YAPMAK
1943’te üçüncü sınıfa okurken benimle beraber 30 öğrenciyi okul binası yapmak üzere Erzurum’a gönderme kararı alındı. Okuldan yaya olarak gece Bahçe kazasına ve tren istasyonuna geldik Sabah oradan trenle yola çıktık valizlerimizi at arabası ile taşıdılar. Trenle önce Malatya’ya geldik burada bir hafta kaldık. Bu sürede bizi yeni yapılan sigara ve basma fabrikasını gezdirdiler. Sigaranın nasıl yapıldığını, kumaşın nasıl dokunduğunu gördük. Bir hafta sonra trene binerek Sivas Erzurum yolu üzerinde bulunan Çetinkaya istasyonunda indik. Orada epeyce tren bekledik bu esnada orada bulunan makinist bizi lokomotife bindirdi nasıl çalıştığının gösterdi, daha ileri geri giderek bizi bilgilendirdi. Akşamüzeri Erzurum trenine bindik bütün gece yolculuktan sonra sabah dokuz on arası Erzurum’un Ilıca istasyonuna geldik.  Oradan yürüyerek yakındaki Pulur Köy Enstitüsü’ne gittik. Pulur köyünde üç ay kaldık. Kerpiç döktük, yaptık, duvar ördük çünkü ben duvarcıydım artık. Demirciler demirlerini, marangozlar işlerini yaparak okul binasını bitirdik. Cumartesi ve pazar günleri Erzurum’a gezmeye gidiyorduk.
ANKARA, ARİFİYE
Üç ayın sonunda bizi ödül olarak Ankara’ya getirdiler. Ankara’da bir hafta kaldık. Müzeleri ve diğer görülmesi gereken yerleri gezdik. Ankara’dan Arifiye Köy Enstitüsüne getirdiler orada da bir hafta kaldık. Adapazarı’na yürüyerek gidip gezdik. İzmit e gidip gezdik. İstanbul’u görmek istememize rağmen öğretmenimiz izin vermediği için oraya gidemedik. Bir haftanın sonunda trenle tekrar okulumuza döndük. Adapazarı’nda okulun öğrencileri ile Sapanca gölünde balık tuttuk, okulun sandalı vardı öğrencileri bu konuda eğitim alıyordu her bölgenin çocukları yörenin özelliklerine göre farklı beceriler öğreniyorlardı.
SAĞLIKÇI OLAMADIM
Üç ay sonra Düziçi Köy Enstitüsü’ne döndüğümde sağlık memurluğu sınıfı için istekli öğrencilerin bölüm ayrımı yapılmış, tamamlanmıştı. Ben de sağlık memuru olmak istiyordum ama seçim yapılmıştı ben o sınıfa geçemedim ve çok üzüldüm. Sağlık memurları sınıf öğretmenlerine göre daha fazla gelir elde ediyorlardı.
Beşinci sınıfa gelince bitirme sınavları vardı. Tüm derslerden yazılı ve sözlü sınav vardı, hepsinden sınav olduk. Bizim dönem öğrencileri mezuniyet armağanı olarak bir yeni okul binası yaptık.
NURİ GÜRSOY İLE KAVGAMIZ
Düziçi Köy Enstitüsü’nde fizik olarak da yaş olarak da sınıfın en küçüğüydüm. Her sınıfta ön masada otururdum. Sıra olunca en ön de ben olurdum, yaşıtlarıma göre minyon yapılıydım.
Duvar işçiliğinde bir kural vardı duvara konulan taşa iyi yerleşmesi ve oturması için mutlaka en az bir defa çekiç vurmak gerekirdi. “Duvara konulan taş babanın parmağı da olsa mutlaka çekiçle vuracaksın” diye bir de deyim bile vardı o zamanlar.
Bir gün Kadirlili arkadaşım Nuri Gürsoy ile iskelede taşlarla duvar örüyorduk, çalışıyorduk. O benden oldukça iri ve büyüktü. Ben duvara taşı yerleştirdim ama vurma işini çekiçle değil de yumruğumla yapmaya çalıştım. Nuri bana “Ne o kadın gibi vuruyorsun, çekici kullansana” dedi. İskelenin üstünde ve ondan da küçük olduğumdan dolayı cevap vermedim, korktum. Biliyorum ki cevap versem beni iterse aşağıya düşeceğim. İşimiz bitti, akşamüzeri yola çıktık okula arka yoldan gitsek uzun, öbür yol da taşlı ve dik yokuş.  Yol ayrımına geldik. Öğrenciler genellikle kısa, dik ve taşlı olan yolu tercih ederlerdi. Biz Nuri ile yol ayrımına geldik. Nuri’ye döndüm uzun yolu göstererek “Bu yoldan kadınlar mı gider yoksa erkekler mi gider?” diye sordum ve uzun yola doğru yürümeye başladım,  orası genellikle tenha olurdu, biraz ilerleyince durduk. Ve bir kavgaya tutuştuk her ikimiz de birbirimizi bayağı hırpaladık, ağzımız burnumuz kan içinde, üstümüz başımız perişan durumdaydı, kavga devam ederken köylünün biri elinde sopası ile yanımıza geldi, bizi ayırdı. Nuri’ye dönüp “Sen koskocaman adam bu küçücük çocukla dövüşmeye utanmıyor musun?” diyerek elindeki sopayla Nuri’yi bir güzel dövdü.
Daha sonra birlikte okula gittik, üstümüzü başımızı temizledik ve akşam yemeği için yemekhaneye indik.
AYAKKABIM
Bizim giysilerimiz okul tarafından verilirdi. Ayakkabım eskimişti fakat okulun parası kalmadığı için okul ayakkabı alıp veremiyordu. Onun yerine ayakkabı dikmemiz için ayakkabı derisi veriyorlardı. Diğer arkadaşlara olduğu gibi bana da deri verildi. Bu deriden ancak çarık yapılabilirdi. Ben çarık dikmesini bilmiyordum. Çarık dikmeyi bilen Mersinli arkadaşım bana yardım edecekti. O gün zaman bulamadık akşam oldu. Verilen deri pis kokuyordu çünkü ham deriydi. Dışarda bir yere saklamam gerekiyordu, açıkta bıraksak çakal, tilki ya da köpek yiyebilirdi. O yüzden derimi bir duvarın kovuğuna sakladım. Ertesi gün sabah bıraktığım yerde ayakkabı dikeceğim derimi bulamadım. Benim ayakkabı derimi birisi çalmıştı, uzun bir süre yırtık ayakkabı ile dolaşmak zorunda kaldım.
KÖYÜMDE ÖĞRETMENİM
Okuldan mezun olunca bizi istediğimiz yerlere atadılar. Ben kendi köyümü istedim. Bana bir karyola, üç koyun, elli dönüm tarla verdiler ve 1000 tl. de para verdiler.  Parayla da iki at ve bir at arabası almamızı istediler. At ve arabayı da aldım kendi köyümde üç yıl kaldım. 
ŞİKÂYETÇİ KÖYLÜM
Bizim köylüler, beni ve Hüseyin Bahar’ı şikâyet etmiş ama haberimiz yok. Maaş almaya geldiğimizde maarif müdürü bizi yanına çağırdı, “Hakkınızda şikâyet var.” dedi. “Size uygun olmayan bir köye sürgün gideceksiniz ya da meslekten atılacaksınız; bu durumu yaşamaktansa siz kendi isteğinizle iyi bir yere tayin isteyin” diye bize yol gösterdi. Ben de Burhanlı köyünü istedim Hüseyin de Yeniköy’ü istedi. Bizim atamamızı yaptılar ve altı yıl Burhanlı’da kaldım.
Oradan askere Gelibolu’ya gittim 1,5 yıl askerlik yaptım. Dönüşte de Adana Ceyhan Büyükburhaniye köyüne verdiler. Orada da üç yıl çalıştım
CEYHAN’DAN İSTANBUL’A
Sonra Ceyhan merkeze naklimi istedim.  Yedi yıl çalıştım. Yirmi yıllık öğretmenken isteğim üzerine İstanbul’da Beykoz’da Paşabahçe İncirköy Halide Edip İlkokuluna atandım.  İki yılın sonunda Beşiktaş Şair Nedim İlkokuluna naklolarak yedi yıl daha çalıştım.  Sonra evime yakın Ortaköy ilkokuluna geldim ve bir yıl sonra da emekli oldum.  Yirmi dokuz yıl öğretmen olarak çalıştım.
ÖĞRETMEN MEDENİ İNSANDIR.
Sınıf arkadaşlarımızdan Nadir ve Tufan Doruk iki kardeşlerdi. Nadir büyüktü, Tufan küçük. Okulun güneyindeki Karaca Ören köyündendiler. Bir pazar gün üçümüz o köye yürüyerek onların evine gezmeye gittik. Yolun üzerinde köyün okulu vardı. Köyün havası çok rüzgârlıydı, mevsim sonbahardı köylüler bir duvarın dibine çömelmiş sohbet ediyorlardı. Onların içinde köyün öğretmeni de vardı. Öğretmenin üstünde eski bir asker ceketi, sakalları uzamış perişan görünümlü ve yere çömelmiş kalabalığın içinde oturuyordu. Arkadaşlarım onu işte bu bizim köyün öğretmeni diye gösterdiler. Ben çok şaşırdım ve o an kendi kendime söz verdim. Ben hiç bir zaman böyle perişan görünümlü öğretmen olmayacağım, diye. Gerçekten de yılar geçti daima kılığıma ve kıyafetime dikkat ederim. Hatta büyük iki torunum “Dedem sabah erkenden kalkınca kravatı takmadan kahvaltı masasına oturmaz ve yatana kadar da çıkarmaz” diye espri yapıp gülerler. Benim o gün gördüğüm köy öğretmenin kıyafeti bu gün dahi bana uyarıcı etki yapar. Bir gün de Beşiktaş’ta bankada perişan kılıklı bir adam ayakta, torununa para yatırma işleminin yapılmasını bekliyordu. Bana veznedar sordu “ bu adamı tanıyor musun” diye. Sonra bir emekli orgeneral olduğunu söyledi. Onun görev yaptığı yıllardaki halini fotoğraflarını hatırlayınca çok üzüldüm bugünkü haline. Eve gelince eşime ben yaşlanırsam ve kendime dikkat edemezsem bana sakın kirli, lekeli giysiler giydirme diye söyledim.
SON SÖZ: ORTAKÖY’DE ELLİ YIL
Ali Coşkun 44 yıldır emekli. 90 yaşında.
1970 yılından beri Ortaköy’de yaşamakta.
Kızı İkbal Serap Yıldız en iyi destekçileri. Doktor oğlu da muayene ve bakımını yapar. Torunlarını görünce çok mutludur.
Ortaköy esnafı da Ali öğretmeni yıllardır tanır, sayar.
Düziçi Köy Enstitüsünün ikinci dönem mezunu olan Ali Coşkun öğretmenimizin sınıf arkadaşlarından hayatta olanların sayısı bir elin parmakları kadar: Hatay Dörtyol’da Bekir Karcı, İstanbul’da Nimet Atıcı, Mehmet Canpolat, Ceyhan’da Fatma Kurnaz.
Kadriye hanımefendi Ali Coşkun öğretmenin her şeyi.
Ziyaret ederek saygı göstererek borç ödenmez ama vefa örneğidir; onurlu ve emekçi insanları mutlu etmek görevimiz.
Esenlikler, sevgiler Ali Coşkun öğretmenime.
Yusuf Yıldırım, 2018
yyildirimogr@hotmail.com

BEN BABAMDAN ÖĞRENDİM

Boyu posu upuzun ve gözleri sarıydı
Elleri yaba gibi; geniş, iri iriydi
Evde yiyip içilen onun alın teriydi
Ben babamdan öğrendim; ekmek olup gelmeyi.

Öküzleri o besler, beygiri o nallardı
Çadırları o kurar; haymaları dallardı
Ah nerede o günler; nasıl güzel yıllardı
Ben babamdan öğrendim; yok yoksulken gülmeyi.

Kırık çıkığı sarar, aşılardı ağacı
Evimiz bir odaydı; ana, baba, dört bacı
Anam başta yemeni; babam üstünün tacı
Ben babamdan öğrendim; başlara taç olmayı.

Öküz onun dostuydu, beygir onun yarısı
Babam bağın, bahçenin; anam evin arısı
Bazı gece geç vakit duttumu diş ağrısı
Ben babamdan öğrendim; kerpetenle almayı.

Güzün öküzler ile tarlaları ekerdi
Yazın karınca gibi olanları çekerdi
Kolunu yastık gibi başucuna bükerdi
Ben babamdan öğrendim; yatar yatmaz dalmayı.

O bizi incitmezdi, o bizi hiç kırmazdı
Hatamızı görse de yüzümüze vurmazdı
Ömrünce hep çalıştı, bir gün bile durmazdı
Ben babamdan öğrendim; bir karınca olmayı.

O tarlada çalışır, biz davarı güderdik
Sabah akşam su için derelere giderdik
Beygire bardak çatar; kısrağı da yederdik
Ben babamdan öğrendim; dağlarla dost kalmayı.

Yok yoksulluk diz boyu, kışın damlar akardı
Babam, kül, saman döker; üstüne loğ çekerdi
O ağaca gittimi eve korku çökerdi
Ben babamdan öğrendim; yoksulluğu bilmeyi.

Bir duruşu vardı ki; sanki koca dağ idi
Bizim için ekmek, aş; tarla, bahçe, bağ idi
Ölümü kondurmazdık; o her zaman sağ idi
Ben babamdan öğrendim gizli gizli ölmeyi!
Kenan Erzurum
“Kır Çiçekleri” isimli şiir kitabından
Gördüğüm ve yaşadığım kadarıyla Farsak Türkmen Aşireti 1900'lü yıllarda Osmaniye ili, Düziçi ilçesi, Karacoğlan Mahallesinin kuzeyinde, Ekiz Değirmeni mevkiinde, Sabun Çayı'nın kenarlarındaki mağaralarda kış mevsiminde yaşarlardı. Yaz mevsimi yaklaşırken atlara yüklerini yükleyerek, yaya olarak davarlarıyla birlikte, Gökçayır, Çatak, Çam Konuşu, Kanlı Seki yolunu takip ederek Nacar, Hoğdu yaylalarına çıkarlardı.
           Bende 1950'li yıllarda, bu göçe bir kaç sefer katıldım. Bu göçü ve yaylaları anlatan şiirimi Farsak Türkmen Aşireti ve tüm arkadaşlarımla paylaşmak istedim. Saygılarımla. 

FARSAKLARIN YAYLAYA GÖÇÜ

Ekiz Değirmeni mağara evim
Sabun Çayı'ndan da suyum içerim
Karac'oğlan bizim dedemiz derim
Yaz yaklaştı, yaylalara göçelim.

Gökçayır, Paltalı yolun izlerim
Devrek'ten de Düziçi'mi gözlerim
Karac'oğlan dilindendir sözlerim
Yaz yaklaştı, yaylalara göçelim.

Çatak'tan ileri kıvrılır yollar
Çam Konuşu ılık açılır güller
Darılık'ta kuşlar söyleşir diller
Yaz yaklaştı, yaylalara göçelim.

Kanlı Seki'de de verilir mola
Öküz Tepesi'nden patika yola
Kızıl Kaya bizim yaylamız ola
Yaz yaklaştı, yaylalara göçelim.

Nacar, Hoğdu, Fındık, Alıç yaylası
Burcu burcu kokar güzel havası
Ne hoş olur telemeyle, tavası
Yaz yaklaştı, yaylalara göçelim.

Gıcı gıcı, Göğyurt'taki pınarlar
Yaylacılar içip içip kanarlar
Karac'oğlan'ı da orda anarlar
Yaz yaklaştı, yaylalara göçelim.

Nacar yaylası da ne güzel yayla
Keçiler yayılır, atları tayla
Pınarlar akıyor dopdolu suyla
Yaz yaklaştı, yaylalara göçelim.

Hareketin Dağı, Güney, Guz Yavşan
Avcılar avlarlar geyik, boz tavşan
Kaman'dan öteye Maraş yolaşan
Yaz yaklaştı, yaylalara göçelim.

Karlık kuyusundan karlar alınır
Gağnak, Mezda sakızları bulunur
Yayla çayları da ordan yolunur
Yaz yaklaştı, yaylalara göçelim.

                          Ali KÖŞKER

-------BEN ARIYORUM---------
Kırk yedi yıl önce çekildi resmim
Her şeyi severdik yoktu hiç hasmım
O yıllar ki sanki gökte uçardım
Nere gittilerse bulamıyorum.

Simsiyah saçlarım yüzüm kaplardı
Hayaller kurdukça neşem artardı
Masmavi göklerde sevgim uçardı
Nere gittilerse göremiyorum.

Gece aydınlatan mehtap güzeldi
Tatlı bir serinlik heyacan vardı
Sevdiğimin resmi o elimdeydi
Nere gittilerse bakamıyorum.

Ne giysen yakışır gözde olursun
Kerem, Aslı gibi külde yanarsın
O yılları asla unutamazsın
Nere gittilerse bilemiyorum.

Gençlik bir ateştir alevli yanar
O alev ki gökte arşıda sarar
Yılların geçtikçe alevler söner
Nere gittilerse yakamıyorum.

Önünde ateş var seni yakacak
Göremez ki gençlik ordan geçecek
Alevler sarsa  da aldırmayacak
Nere gittilerse yanamıyorum.

Gençlik cam önüdür,ağaç dibidir
Gençlik fırtınadır,bazen tipidir
Kuzucu der gençlik aşktır,sevgidir
Nere gittilerse ben arıyorum.
-------------------M.Ali KUZUCU ----

Sevgili Kızım Safiye;

Bugün, benimle ilgili sarfettiğin kötü sözleri duydum. Üzülmedim desem yalan olur. Ama ne için, ne kadar üzüleceğime bir türlü karar veremedim. Sana mı üzüleyim, kendime mi üzüleyim yoksa benim gibi seçilmiş ve adıyla hitap ettiğin şuan ki cumhurbaşkanınız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a mı üzüleyim, bunların hepsini geçtim,  senin başını örterek, ahlaki yetişkinliğe ulaştığını zannedip, büyüklere saygıyı ve mezarlıkta küfür edilmeyeceğini öğrenemediğini öğrenen ailene mi üzüleyim…

Bu laflarını ve bana karşı yapılanları düşündükçe, aklıma neyi eksik yaptım sorusu gelmiyor değil. Dağılmakta olan bir imparatorluğu, dört bir tarafı düşmanla çevrili Anadolu’yu, köylerinde Rumların tecavüzlerine maruz kalan analarımızın olduğu şehirleri, silah arkadaşlarımla bir olup, gece gündüz demeden savaşarak kurtarmaya çalıştık…

Biz de bilirdik, Kazım Karabekir’le, İsmet İnönü’yle, Fevzi Çakmak’la Avrupa’ya kaçmayı, Londra’da, Paris’te, Roma’da senin gibi aylak aylak gezmeyi, elinde kameralarla fotoğraf çekenlere 5 sterlin verip, Osmanlı’nın arkasından atmayı…

Ama yapmadık, yapamadık. İçimizde ki vatan sevgisi bu isteklerimizi yendi…

Kimimiz evinden barkından oldu, kimimiz anasını, kimimiz eşini, kimimiz çocuklarını kaybetti… Ama hiç pes etmedik…

Beni zaten biliyorsun, umarım öğretmenlerin anlatmıştır, hayatımın hepsi cephede geçti sayılır. Evlenip, soyumu devam ettirmek için zaman bile bulamadım…

Senin yaşında, cephe de binlerce Anadolu kadını öldü, senin bu günleri görebilmen için biliyor musun? Nene Hatun’u anlattılar mı sana ondan haberim yok ama bence iyi bir araştır…
Diyorlar ya, ben Osmanlı’yı dağıtmışım… Ben dünyaya gelmeden zaten Osmanlı birçok toprağını kaybetmişti… Balkanlarda, doğu da, güneyde  kalmamıştı bir yer… Anadolu komple işgal altındaydı…

İşte biz silah arkadaşlarımızla Türklerin anayurdu bildiğimiz Anadolu’yu geri aldık…

Geri alınca da halkı yönetime katalım, halkın sözü olsun diye Cumhuriyeti ilan ettik. Cumhuriyeti hiç ortaya çıkarmasaydım, İmparator gibi bir hayat yaşardım onu belirteyim. Ama, Orta Asya’dan geldiğinden beri özgürlüğüne düşkün olan asil Türk Milletine en uygun yönetim şekliydi Cumhuriyet…

Cumhuriyeti ilan eder etmez ilk işimiz, Osmanlıyı parçalanmasına hız katan, senin gibi körpecik beyinleri istedikleri şekilde yıkayan, dini kendilerine göre öğreten tekke ve zaviyeleri kapatmak oldu… Bırakalım da insanlar, son güzel dini, tertemiz kutsal kitap Kuran’dan öğrensinler istedik…
Tevhidi Tedrisat kanunu çıkarak Eğitim-Öğretimi birleştirdik, kız çocuklarının okuması için önlemler aldık. Hatta sen bilmezsin belki, büyüklerine sor… 29 tane İmam Hatip Okulu ve İlahiyat Fakültesi açtık…
Kadınlarımız ezilmesin, yönetimde söz sahibi olsun diye, birçok Avrupa ve Dünya ülkesinde bile yokken, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdik… Kadınları iş hayatına yönlendirdik, devlet memurlukları görevine aldık… Ezilmeyin, yücelin diye…

Kızım;

Bu ülke, bu millet öyle yüce bir millettir ki… Biz, Osmanlıyı kuran Ertuğrul Gazi’yi de minnetle anarız, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’i de, Anadolu’yu Türk Yurdu haline getiren Alparslanı’da…

Biliyor musun,  Cumhurbaşkanı olduğum dönemde, Arap Kralı, Beytullah- Kabe’yi kaldıracağına dair bir söz sarfetmiş ve krala bunun karşılığında Türk Ordusuyla Arabistan’ı yerle bir edeceğimi belirtmiştim…

Unutma yavrum, “Tarihini unutmuş bir millet, başka milletlerin avı olmaya mahkumdur…”
Ömrüm yetmedi, 57 yaşında göç ettim fani dünyadan…

Ömrümü Türklüğe adadım… Ölmeden önce, “Benim naçiz vücudum elbet bir gün yok olacaktır, ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” dedim…

Mirasımın büyük bir kısmını, Türk Tarih Kurumuna ve Türk Dil Kurumuna bağışlamak için talimat verdim…

Şahsi meselem Hatay Sorununun çözüldüğünü göremesem de, olayın tamamen bizden tarafa çözülmesi için tüm girişimleri yaptım…

Bugün, bana kötü sözler sarfettiğin yer var ya, Anıtkabir, orayı ben yaptırmadım… Benim isteğim, Hatay, Dörtyol’a gidip, hayatıma orda devam edip orda kalmaktı… Olmadı, İstanbul’da, acımasız bir hastalığın pençesine düşüp, orada öldüm…

Benden sonra gelenler de, benim için bir anıtmezar yaptırmayı düşünüp, Ankara’ya nakletmişler naaşımı…

Mektubumu fazla uzatmak istemiyorum…
Ben senin yaşındayken, askeri okulu bitirmiş, ülkeme nasıl hizmet ederim hesabı yapıyordum…

Sen de bundan sonra ki hayatında güzel şeylerle anılmak istiyorsan, ülken için, Türklük için, dinin için güzel şeyler yap…

Ben hala bütün ümidimin gençlikte olduğuna inanıyor ve seni en kalbi duygularımla selamlıyorum…

Gazi Mustafa Kemal

“ diye bir mektup yazardı heralde bu kızımıza Ulu Önderimiz”



Saygılarımla

Hanefi Zobar 👏🙏🇹🇷
Ingilizce öğretmeni
...........HAYIRLI CUMALAR.........  .
Çalışanının hakkını yiyip, vergi kaçıran ama Cumayı kaçırmayan işveren, hayırlı Cumalar..

Apartman girişine “Mülk Allah'ındır” yazıp kira iki ay gecikince kiracıyı sokağa atan sakallı hacı, sana da hayırlı Cumalar..

Torpili patlatıp başkasının yerine  işe giren , beş vakit namazını kılıp internette paylaştığı cuma mesajlari ile yediği kul hakkını ödeyeceğini zanneden din kardeşim, sana da hayirli cumalar...

Dolmuşa dört çocukla binip , bir kişi parası veren ama üç kişilik yerde oturup kendisini kimsenin görmediğini düşünen hanım abla, sana da hayırlı Cumalar..

Faiz haramdır deyip, bankadan çektiği kredi İle evladına araba alan hacı baba, sana da hayırlı Cumalar..

Her Cuma hayırlı Cumalar mesajı paylaşan Cuma namazının kaç rekat olduğunu bilmeyen Cumartesi gecesi meyhane meyhane gezen muhterem din kardeşim, sana da hayırlı Cumalar...

Profil resminde film yıldızı gibi resmî olup Cuma tweeti atan ehli namus bacım, sana da hayırlı Cumalar..

Dini sadece oruç tutmak, namaz kılmak ve kendine kestiği kurban zannedip haksızlığa, adaletsizliğe, hırsızlığa ses çıkarmayan dini bütün kardeşim, sana da hayırlı Cumalar..

Elinden Kuran, ağzından yalan, boğazından haram eksik olmayan sözde Müslüman kardeşim, sana da hayırlı Cumalar..

Ölçüde, tartıda, sayımda hile yapıp , yediği kul hakkını hiç bir para ile ödeyemeyeceğini bildiği halde suçu başkalarına yüklemeye çalışan din kardeşim, sana da hayırlı cumalar ...

Fatura kesmeyip vergiden çalan, dini günlerde bayramlarda erzak paketi dağıtan, kapı komşusunun açlığından haberi olmayan sözde yardım eden hayırsever iş adamı, sana da hayırlı Cumalar..

Yüzüne güldüğü kişinin arkasından rahatça konuşup kötüleyen, atıp tutan ama internette dinî ve ahlâkî paylaşımlar konusunda mangalda kül bırakmayan iki yüzlü riyakar din kardeşim, sana da hayırlı Cumalar..

Allah'ın "Kul hakkı İle huzuruma gelme dediğini bilmezmiş gibi kul hakkını omuzlayıp Camide İlk safta yer alan Müslüman, sana da hayırlı Cumalar..

Sucuğun etiketine yüzde 100 dana eti yazıp, bağırsağı baharatlı mekanik kıyma ile dolduran, vatandaşın sağlığını düşünmeyen, para hırsına kapılmış sözde Müslüman, sana da hayırlı Cuma’lar..

Bulundugu koltuk, mevkii ve makamı sorumsuzca ve menfaati doğrultusunda kullandığı halde, her seyi Hak,  Devlet ve Millet icin yaptığını söyleyip bizi ikna edince İLAHÎ ADALET’in tecelli etmeyeceğini zanneden din kardeşim, Sana da hayırlı cumalar..

Helal’i Haram’ı çok iyi bildiği halde , yaptıgı işi ve kazancını sorgulamayıp, beş fazla olsun, nasıl olursa olsun diyip dünya malına tamah edip hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan din kardeşim, sana da hayırlı Cumalar..

Kula kulluk yapmayan, yalnız Yaradana kul olmaya çalışan, haktan ve adaletten ayrılmayan, doğru ve dürüst kalmaya çabalayan güzel insanlar, size de hayırlı Cumalar...
KÖY TÜRKÜLERİ
kirazın derisinin altında kiraz
narın içinde nar
benim yüreğimde boylu boyunca
memleketim var
canıma ciğerime dek işlemiş
canıma ciğerime
sapına kadar
elma dalından uzağa düşmez
ne yana gitsem nafile
memleketin hali gözümden gitmez
binbir yerimden bağlanmışım
bundan ötesine aklım ermez.

yerliyim yerli olmasına
ilmik ilmik damar damar
yerliyim
bir dilim Trabzon peyniri
bir avuç tiftik
bir çimdik çavdar
bir tutam şile bezi gibi
dişimden tırnağıma kadar
ressamım
yurdumun taşından toprağından şurup gelir nakışlarım
taşıma toprağıma toz konduranın
alnını karışlarım
şairim şair olmasına
canım kurban şiirin gerçeğine hasına
içerisine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum
bıçak gibi kemiğe dayansın yeter
eğri büğrü kör topal kabulum
şairi
zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
ayak seslerinden tanırım
ne zaman bir köy türküsü duysam
şairliğimden utanırım
şairim
şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum
türkülerle yunmuş yıkanmış dilim
onlarla ağlamış onlarla gülmüşüm

hey hey yine de hey hey
salınsın türküler bir uçtan bir uca
evelallah hepsinde varım
onlar kadar sahici
onlar kadar gerçek
insancasına erkekçesine
bana bir bardak su dercesine
bir türkü söylemeden gidersem yanarım

ah bu türküler
türkülerimiz
ana sütü gibi candan
ana sütü gibi temiz
türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla
köyümüz köylümüz memleketimiz
ah bu türküler
köy türküleri
dilimizin tuzu biberi
memleket ahvalini onlardan sor
kitaplarda değil türkülerde ara Yemeni
öleni kalanı gidip gelmeyeni
ben türkülerden aldım haberi

ah bu türküler köy türküleri
mis gibi insan kokar mis gibi toprak
hilesiz hurdasız çırılçıplak
dişisi dişi erkeği erkek
kaşı kaş gözü göz yarası yara
bıçağı bıçak
ah bu türküler köy türküleri
karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi
kiminin reyhasından geçilmez
kimi zehir kimi zemberek gibi

ah bu türküler köy türküleri
olgun bir karpuz gibi yarırılır içim
kan damlar ucundan murekkep değil
işte söz işte ses işte biçim
uzun kavak gıcım gıcım gıcılar
iliklerine kadar işlemiş sızı
artık iflah olmaz kavak ağacı
bu türkünün yüreğinde sancı var

ah bu türküler köy türküleri
ne düzeni belli ne yazanı
altlarında imza yok ama
içlerinde yürek var
cennet misali sevişen
cehennemler gibi dövüşen
bir çocuk gibi gülüp
mağaralar gibi inleyen
nasıl unutur nasıl
ömrunde bir kez olsun
halk türküsü dinleyen

Bedri Rahmi EYÜBOĞLU







CUMHURBAŞKANIMI ARIYORUM

Akparti'nin Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'a;

27.04.2020'de yaptığınız "Ulusa Sesleniş" konuşmanızı sonuna kadar izledim. Olumlu yeni bir şeyler söyleyeceğinizi düşünerek bir beklenti içindeydim. Her zaman ki konuşmalarınızda olduğu gibi yapılması gerektiği için yaptıklarınızın bazılarını büyüterek anlattıktan sonra her konuşmanızda olduğu gibi gerilim ve ayrımcılık sayfasını açtınız.

Keşke bu konuşmanızı Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Zeydan Karalar'ın konuşmasından sonra yapsaydınız. Belki daha yapıcı ve devlet adamına yakışır konuşma yapardınız. Her zamanki gibi Sayın Kılıçdaroğlu'na, gerçekleri söylediği için yalancılık suçlamasıyla yüklendiniz. Zeydan Karalar'ın yaptırdığı bin kişilik sahra hastanesinin yalan olduğunu, tek bir kabinin fotoğrafını göstererek bununla şov yapıldığını belirttiniz.

Zeydan Karalar yaptığı konuşmada devlet adamına yakışır şekilde, sizinle veya devlet ile yarışmak için uğraşmadığını, Covid-19 virüsünün çok yoğun şekilde dünyayı etkilediğini görünce ileride gerekir düşüncesiyle Sağlık Bakanlığımızın kullanımına sunmak üzere böyle bir tesis yaptırdıklarını söyledi.

Sahra, kır demektir. Daha çok askeri alanda kullanılır. Ucuzdur portatif ve pratiktir. Böyle bir güzel düşünceyi küçümsemek ve şov yapmakla suçlamak, sözcünüz Ömer Çelik'in ağzına yakışsa bile size hiç yakışmadı.

Sanıyorum sizin Sayın Kılıçdaroğlu'na isminden ötürü bir düşmanlığınız var. Çünkü Kemal'i hiç sevmediniz ve sevmiyorsunuz. Size o yüce insan Kemal Atatürk'ün iki anısını hatırlatmayı insani ve vatani bir görev görüyorum.

Kaçaklığı önlemek için Atatürk zamanında sigara kağıdı yasaklanmış. Vatandaşın birisi tabakasında taşıdığı tütünü gazete kağıdına sarıp içerken kağıt tutuşmuş ve vatandaşın eli acımış. Canı yanınca da Atatürk'e küfretmiş. Birisi durumu yetkililere ispiyonlamış. Adamı yaka paça cezaevine atmışlar. Vatandaş cezaevinden Atatürk'e mektup yazarak "Sizin yüzünüzden ben cezaevinde yatıyorum." diye şikayette bulunmuş. Atatürk ilgili bakanı çağırıp bu kişinin suçunun ne olduğunu öğrenmek istemiş. Kendisine küfrettiği için cezaevine konulduğunu öğrenince "Vatandaşım haklıdır. Önlemleri alırken önce vatandaşa yaşamasını öğretmemiz lazım. Biz ona güzel bir yaşam ortamı sağlamadan yasak koymakla hata ettik. Derhal serbest bırakılsın.” demiş.

Atamız, harf devriminin sonuçlarını görmek üzere çıktığı yurt gezisinde yanılmıyorsam Kastamonu'da bir liseye gitmiş. Tarih coğrafya öğretmeni bir kadının dersine girmek istemiş. Öğretmen önceden sınıfına girerek bir sandalye getirtip sıraların arasında bir yere koymuş. Atatürk içeri girdiğinde kürsüsünden inip sandalyeyi göstererek "Paşam, buyurun şuraya oturur musunuz?" demiş. Ders bitiminde Atatürk öğretmene teşekkür edip müdür odasına gitmiş ve müdüre öğretmen ile görüşmek istediğini söylemiş. Öğretmen yanına geldiğinde "Güzel bir ders işlediniz, tekrar teşekkür ederim. Ancak bana neden kürsüyü vermeyip de arkada yer gösterdiniz?" diye sormuş. Öğretmen de "Paşam, sizi herkes tanıyor. Siz Türkiye'nin Cumhurbaşkanısınız. Ben de o sınıfın başkanıyım. Size kürsümü verseydim öğrencilerimin karşısında zor duruma düşerdim.” demiş. Atatürk, "İşte, bana ve bize böyle öğretmenler lazım" diyerek öğretmeni kutlamış.

Sizden iki örnek verelim. Yanılmıyorsam Tarsus dolaylarında bir çiftçi yanınıza yaklaşarak size sorunlarını anlatmak istemişti. "Anamız ağlıyor, anamı da beraberimde getirdim." demişti. Siz de çiftçiye "Ananı da al git lan" demiştiniz.

Ses sanatçılarımızdan birisi ufak bir eleştiride bulunmuştu. Eleştiriye karşılık. "Sen sanatçı olsan ne olur olmasan ne olur!" demiştiniz.

Kars'ta yapılan bir heykeli görünce "Böyle ucube şey olmaz, derhal yıkın." dediniz ve yıktırdınız. Heyketraşa hiç fikrini sormadınız. Sanatçı açtığı karşı davayı kazandı, bilmem mahcup oldunuz mu?

Soma faciasında yakınlarını kaybeden birisi korumalarınızdan birisinin arabasını tekmelemişti. İçi yanıyordu. 301 madencimiz bu kazada ölmüştü. Korumanız adamı yere yatırıp tekmeleyerek dövmüştü. Korumanızı azarlayacağınız yerde, bir şey söylemeyerek hareketini onaylamış oldunuz.

Sırf Atatürk'ü ve arkadaşlarını sevmediğiniz için Atatürk'ün anasına GENELEV kadını diyen, Atatürk'e söven, ve de "Kurtuluş Savaşı'nı Türk ordusu değilde keşke Yunanlılar kazansaydı" diyecek kadar vatan haini, insanlık düşmanı, rezil bir kişiyi yani Fesli Kadir’i bilim adamı diye, Atatürk'ün bataklıktan çiftliğe dönüştürdüğü yerde yaptırdığınız, 1156 odalı sarayda sağ tarafınızda, baş köşeye oturttunuz. Hastalığında gidip ziyaret ettiniz. Bu yetmiyormuş gibi yalancı şeyhülislam'ınızı (Diyanet İşleri Başkanı) ve de meclis başkanını ziyaretine gönderdiniz. (Çünkü bunlar sizden izin almadıkça o cesareti gösterecek kişiler değillerdir. Aynı hainin cenazesine Meclis Başkanı denilen kişi katılıp tabutuna omuz vermiştir ve de tabutu Türk Bayrağına sarılmıştır. Bu durumlar karşısında sesiniz asla çıkmadı. "Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayan" sığınmacı küçük ortağınız da bir tek söz söylemedi. Her ikinize de soruyorum. Milliyetçilik kavramının içine bunlar girer mi?

Kılıçdaroğlu'nun eksik tarafları olabilir. Bana göre en büyük eksiği yalan söylemesini becerememesi ve de gerçekleri söylerken pek inandırıcı olamaması. Elini kalbinin üzerinde koyup "Kalbi duygularımla" demesini bilmiyor. Sizin en büyük yalanlarınızdan bir kaç tanesini söyleyeceğim.

Çözüm arayışlarıları içinde Oslo'da PKK temsilcileriyle görüşmeler yaptırdınız. Muhalefet, "Terör örgütü ile görüşeniz doğru değildir." dediğinde, "Bunu ispatlamayan şerefsizdir." dediniz. İspatlanınca da “Biz görüşmedik, devlet görüştü.” dediniz. Siz kimi temsil ediyordunuz? Beni mi temsil ediyordunuz orada.

Son yerel seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayınız 13 bin oyla İmamoğlu karşısında seçimi kaybedince yalan makinesi olan seçim işlerinizden sorumlu başkan yardımcınız 3 bavul dolusu yalanlarla seçim kuruluna itirazda bulundu. Adayınız Binali Yıldırım televizyonda gülümseyerek "Oylarımı çaldılar" diyerek yalan söyledi. Aynı yalanı televizyonda siz de söylediniz. Seçim yenilendiğinde 806 bin oyla seçimi kaybettiniz. Bu sefer de İmamoğlu için "O kazandı ama belediye meclis üyeliklerinde çoğunluk bizdedir. O topal ördek olmuştur." diyerek İmamoğlu'nun görevine engel olunacağını ilan etmiş oldunuz.

Yine bir konuşmanızda hastane yolunun İmamoğlu tarafından yarım bırakıldığını söylediniz. Oysa o yol İmamoğlu'ndan önceki belediye başkanları ve vekaleten yürütenler tarafından yarım bırakılmıştı ve orada ki çalışmaları başka alana kaydırılmıştı. İmamoğlu, yanılmıyorsam yolun yapımı için 100 milyon liralık bir kredi talebinde bulunmuş, hala cevap alamamıştı.

Hizmetinize amade durumda olan Demirören grubuna Doğan Medyayı aldırırken Ziraat Bankasından çok uygun şartlarla milyarlarca liralık kredi verdiniz. İmamoğlu pırlanta gibi bir insan, hemşehrim olmasından gurur duyuyorum. Sizin yapmanız gereken onu topal ördek durumuna düşürmek değil, kucaklayıp, varsa eğer yeteneğiniz yol göstermek, başarı dilemektir. İmamoğlu bu memleketin yetiştirdiği ve geleceğine umutla baktığımız bir evladımızdır. Bazıları gibi yıkmak için değil, hizmet için, yapmak için iş başına gelmiştir.

Tarihe büyük işler yapmış devlet adamı olarak geçmek istiyorsanız, büyük saraylar, büyük camiler yaptırmak yerine ulusun geleceğini garanti altına albilecek yatırımlar yapmalısınız. Günlük giderleri 2 milyon liraya yaklaşan ve 2 milyara mal olduğu söylenen 1156 odalı saray yerine terörün kaynağı olan Güneydoğu bölgesine üretici yatırımlar yaptırsaydınız, oranın halkına iş olanağı sağlasaydınız, mutlu bir yaşam ortamı sağlasaydınız teröristlerin üremesini büyük oranda önlerdiniz. Yaşamından ve bulunduğu ortaman memnun olan insanları dağa çıkarmak kolay değildir.

İktidara geldiğinizde sıfır olan terörü çözüm süreci diyerek azdırdınız, PKK denilen hain terör örgütü Diyarbakır Sur’da, Şırnak ve Mardin’de tüneller sığınaklar müstahkem mevziler yaptırırken hiç bir karşı harekette bulunmadınız. Ne zaman ki genel seçimlerde çoğunluğu kaybettiniz o zaman terörle mücadeleye başladınız. Sur ilçesinin PKK’lılardan alınması 3 aydan fazla zaman almıştır ve 720 güvenlik elemanı burada şehit olmuştur. Yazık değil mi bu memleketin evlatlarına. Unutmayın ki sivrisineklerle savaşmak silah kullanmakla olmaz, bataklığı kurutmakla olur. Vatandaşı aşsız, işsiz ve de eğitimsiz bırakırsan kötü niyetli tarikatlar cemaatler ve de benzer kuruluşlar işi ele alır ve ülkeyi bir terör ülkesi haline getirir. Milletin üretim kaynaklarını değerlerinin çok altında satarak genelde göze ve komfora hitap eden yatırımlar (yollar, köprüler, tüneller, şehir hastaneleri ve benzeri işler) yaptınız. Ama ülkenin bazı konularda geleceğini ipotek altına aldınız. Osmangazi Köprüsünün yapımcısına günde 40 bin araç geçme garantisi verdiniz. O sayıda geçmeyen araçlar için yapımcıya para ödüyorsunuz. İstanbul Havaalanı’nı sanki bir an önce açmasan felaket olacakmış gibi erkenden hizmete açarak Atatürk Havalimanı’nı kapattınız. Sözleşmesi bitmemiş olan TAV’a 2 milyarın üzerinde bir tazminat ödediniz. Orhangazi Köprüsünden geçecek aracın sayısını saptamak için büyük hesaplar yapmaya gerek yoktu. İzmit-Gölcük sapağına saymasını bilen bir adam koysaydınız günde 40 bin aracın oradan geçmediğini ve geçmeyeceğini anlardınız. Osmanlı’dan kalan saraylar ve de büyük kurtarımız Atatürk’ün ve ondan sonra gelen 10 cumhurbaşkanının kullandığı Çankaya köşkünü beğenmeyip 3000 korumacınızın ikamet ettiği sarayı Osmanlı’dan kalan sarayları yeterli bulmayıp, Oklukbeli’ndeki Cumhurbaşkanlığı Yazlığı’nı yıktırıp etrafına 4 metre yükseklikte duvarlar çekilen denizinde 70 metre uzunluğunda mendirek olan 100 milyonlarca liralık yeni bir saray yaptırdınız ve de Van Gölü kenarında Ahlat’ta yeni bir sarayın yapımını başlattınız. Bütün bu lüks yatırımlar yerine, zengin laboratuvarları olan, görülen nazari dersleri uygulamasının yapılabileceği atölyeleri bulunan okullar yaptırsaydınız. Parasızlık nedeniyle üniversiteden kayıtlarını sildiren öğrenciler için parasız veya ucuz yurtlar yaptırsaydınız. Kindar ve dindar nesil yetiştirirken kinci ve dinci bir nesil yetiştirmeseydiniz. Üniversite öğrencilerini tarikatların, cemaatlerin, müritlerin sahte din adamlarının, sahte vakıfların yurtlarına muhtaç etmeseydiniz daha güzel olmaz mıydı? Büyüklük hastalığından kurtulamadığınız için herkese yukarıdan bakıyorsunuz. Yüksek binalarda oturmak, lüks uçaklarla uçmak, lüks araç konvoylarıyla gezmek size ve topluma bir şey kazandırmaz. Okullarımızda din bilgisi dersi zorunlu. Adam gibi dinine ve milletine saygılı insanları öğretmen olarak atarsanız, orada gerekli dini bilgiler verilir. 600 senelik imparatorlukta padişahın kulu olarak yetiştirilen toplum bir asır önce büyük Atatürk ve arkadaşları tarafından insan oldukları bilincine kavuşturulmuştur. Öğrenci okuldaki din bilgisi dersinde gördüklerinin dışarıda uygulamadığını gördükçe, dinden soğumalar olur. 82 bin camimiz var, yurtdışında camiler yaptırıyorsunuz 62 bin kişilik camiyi İstanbul’da yaptırıyorsunuz. Ben hesap etmedim ama Karamollaoğlu’nun hesabına göre 62 bin kişiyi caminin etrafında toplayıp içeri girmesini sağlamak 8 saatlik bir zaman alıyor. Bunu küçük birimler halinde vatandaşa yakın yerlere yaptırsaydınız dine daha çok hizmet etmiş olmaz mıydınız? Sizin yaptığınız ne millete ve ne de İslamiyet’e hizmet anlayışına sığmıyor. Bütün ülkelere, komşularına rest çekerek, blöf yaptınız. Milletimizin onuruyla oynadınız ve hala oynuyorsunuz. İmam Hatip okullarının sayısını çoğaltarak yöneticiye biat eden, düşünce tembeli insanlar yetiştiriyorsunuz. O okullar yerine, ülkenin ihtiyacı olan teknik ara elemanlar yetiştiren okulların sayısını arttırsanız günah mı olur? Siz ve küçük sığınmacı ortağınız, sizin gibi düşünmeyenlere ya FETÖ’cü ya da PKK’cı diyorsunuz. Bir taraftan da aklınıza estiğinde birlik ve beraberlikten söz ediyorsunuz. Ben anlamıyorum, ama siz kesin olarak biliyorum ki anlayarak yapıyorsunuz. Bu ayrımcılık neden? Bu millet küçük ortağınızın katkısıyla, sizleri hak etmediğiniz bir yere taşımıştır. Ülkemize ve milletimize gerçekten hizmet etmek istiyorsanız bu fırsatı dinimize ve insanlığa uygun bir şekilde değerlendirmelisiniz. Bu kadar müsriflik ve şaşalı bir yaşantı insaniyete de İslamiyete’de aykırıdır. Küçük ortağınız ve sizin sayenizde bir tane dost ülkemiz kalmamıştır. Artık blöfleri kimse yutmuyor. 9 Eylül’de denize döktüğümüz Yunanlılar, 18 adamızı işgal ettikleri gibi şimdi de Ege’de uçuş yapan F-16 larımıza it dalaşıyla önleme yapıyor. Herkese posta koyan siz ve taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayan sözde milliyetçi kişiden Ggik çıkmıyor. Bu benim ve vatansever vatandaşlarımın onuruna dokunuyor. Sizden rica ediyorum. Ya kendinizi olumlu yönde değiştirin veya etrafınızda çöreklenmiş olan yalakalardan kurtulun. Bu halinizle diyorum ki aksak Timur’un Yıldırım Bayezid’ı esir aldığında kendisine söylediği “BU DÜNYA SENIN GIBI KÖRLE BENIM GIBI TOPALA KALDIYSA VAH DÜNYANIN HALINE” sözünü adapte edip, TÜRKIYEM SIZIN VE KÜÇÜK ORTAĞINIZIN ELINE KALDIYSA VAH TÜRKIYEMIN BEKASINA, HALINE! Eğer, bu durumunuz olumlu yönde değişmezse ve size oy vermeyen herkese vatan haini derseniz siz benim cumhurbaşkanım değilsiniz. O nedenle CUMHURBAŞKANIMI ARIYORUM. Gerçek ülkücülerin, milliyetçilerin vatansever Akpartililerin uyanmalarını istiyorum.

Yüce Allahımdan bugün ki halinizde olduğu gibi bir yöneticinin en büyük düşmanımın başına bile vermemesini diliyorum. Aksi halde her gün savaş halinde oluruz.

Hüseyin Avni ŞANLI

Emekli Öğretmen

+

AK PARTİ' NİN GENEL BAŞKANI SAYIN RECEP TAYYİP ERDOĞAN'A;
 Size Sayın Cumhurbaşkanım diye seslenmeyi çok isterdim. Ama ne başbakanlığınız döneminde  ne de cumhurbaşkanlığınız döneminde benim ve benim gibilerin cumhurbaşkanı olamadınız. Toplumun bir kısmını hep ötekileştirdiniz. Yaşça bir büyüğünüz olarak vatanını, milletini ve adam gibi olanları seven emekli bir öğretmenim. Bu satırları yazarken içim kan ağlıyor. Sözlerimi bir uyarı ve bir nasihat olarak kabul edip bana kızmamanızı rica ediyorum.
 İş başına geldiğinizde hiçbir ayırım yapmayacağınıza söz vermiştiniz. Bu sözünüzü asla yerine getirmediniz. Kendinizden olmayan partileri ve partilileri kısmen veya tümüyle itelediniz.
 Yaptığınız hatalar ve söylediğiniz çelişkili söz ve yalanlarınız aklımda kaldığı kadarı ile aşağıdaki gibidir.
1- Askerlerimizin başına çuval geçirildiğinde size Amerika’ya nota verip vermeyeceğiniz soruldu. Hükümetten sorumlu başbakandınız. “Nota dediğin müzik notası değil ki verelim” dediniz. Soruyorum; size yakışsa bile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bu yakıştı mı? Benim onurumu rencide etmeye hakkınız var mı?
2- Diyarbakır’da yaptığınız mitingde Barzani’yi yanınıza alıp kürsüye çıkardınız, hain Apo’ nun posterlerinin asılmasına göz yumdunuz. Daha çok oy alabilmek için PKK ve yandaşlarına ödün verdiniz. “Türk yoktur, Türkiyelilik vardır, Kürt sorunu vardır, her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alıyorum” dediniz. Böylece ülkenin temel taşları ile oynadınız.
3- Oslo’da PKK temsilcileri ile görüşme yaptırdığınızda muhalefet tarafından uyarıldınız. “Terör örgütü ile görüştüğümüzü ispat etmeyenler şerefsizdir” dediniz. Oslo, İmralı ve Kandil arasında bağlantılı görüşmeler yapıldığı ispatlanınca da “Görüşmeleri biz değil, devlet yapıyor” dediniz. Soruyorum; bir devlet adamına böylesi yalan ve çelişkili sözler söylemek yakışıyor mu?
4- Çözüm süreci adı altında PKK ile veya temsilcileri ile çözüm yolu aradınız. Muhalefetin tüm istek ve önerilerine karşın onların görüşünü almadınız. Bu süreç içinde hain PKK örgütünün Diyarbakır Sur İlçesi’nde, Şirnak’ da, Cizre ve Mardin’de yer altında müstahkem mevziler kurmalarına, yol kesip arama yapmalarına ses çıkarmadınız. Sonuçta sadece Sur mevzilerinin alınması 3 ay sürdü ve de 500 den fazla güvenlik görevlimiz şehit oldu. Soruyorum; bu süreçleri başlatırken muhalefet partileri ile iş birliği yapsaydınız, hep BEN yerine, BİZ deseydiniz, ne kaybederdiniz? Büyüklük hastalığınıza zarar mı gelirdi?
5- Amerika kendi milletinin çıkarı için Suriye’de iç savaş çıkardığında size de Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlığını sundu. O zamana kadar Suriye Devlet Başkanı Esad ile sarmaş dolaştınız. Kardeşçe geçiniyordunuz. Birlikte yat gezileri yapıp, yiyip içiyordunuz ve vizeyi bile kaldırmıştınız. Bir gecede Esad’ın adı Esed oldu ve Peşmergeler’ in isyancılara yardım için Türkiye’den Kobani’ ye geçmelerine izin verdiniz. Bundan başka ne kadar terörist, dinsiz, imansız, serseri ve baş kesen takımı varsa Suriye tarafına geçmelerine göz yumup Esad’ın karşısına geçtiniz. Soruyorum; Esad kendi tarafında ayrı bir devletin kurulmasını ister miydi? Sanıyorum asla. Biz de orada bir Kürt Devleti’nin kurulmasını  istemiyorduk. Esad’la birlikte hareket edip bu yapılanmayı engelleseydik ne kayıp ederdik? Kazancımız çok olurdu. Dört milyon Suriyeliyi Türkiye’de barındırmak ve kırk milyar dolar harcamak zorunda kalmazdık. Sırf kişisel çıkar ve duygular için böylesi bir hata yapılması doğru mu sizce? Üstelik onlarca şehit verdik ve askeri harekattan ötürü milyarlarca masraf oldu. Bu süre içinde kayıplarımızı hiç düşündünüz mü? Unutmayınız  ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunda görev yapmış olanlar hiçbir çıkar düşünmeden kelle koltukta savaşmışlardır. Dumlupınar Savaşı’nda erlerimize atların yem torbalarından alınan arpa kavrularak verilmiştir. Bu devlet hepimizindir. Kişilerin hırs ve hayalleri geçerli olamaz. Güneysu’daki babanızın size bıraktığı yeri komşularınıza zarar vermeyecek şekilde isteğiniz gibi kullanabilirsiniz.
6- Gezi olaylarında eylemcilerin camiye ayakkabıları ile girdiklerini, camide alkol aldıklarını söylediniz. Başı örtülü bir kadın vatandaşımızın üzerine belden yukarısı çıplak yetmiş kişinin saldırdığı ve üzerine çiş yaptığı, çocuğunu havaya attıkları yalanına inanıp tekrar ettiniz. Halk üzerinde algı yaratmak için yanlış rakamları doğru toplayarak istatistik sonuçlarıymış gibi sundunuz. Milyarları katrilyon olarak söyleyip yatırım yaptığınızı belirttiniz. Vatandaş katrilyonu ne bilir? Çok büyük bir yatırım zanneder.
7- Son yerel seçimlerde önce adayınız sonra da siz “oylarımızı çaldılar” dediniz. Seçim işlerinizle görevli başkan yardımcınızın üç bavul dolusu yalanını siz de onayladınız.
8- İstanbul’da belediye başkanlığını muhalefet adayı kazanınca “ilçelerin çoğunda biz kazandık, meclis çoğunluğu bizdedir, başkan topal ördek gibidir” dediniz. Bir devlet adamına böylesi davranışlar hiç yakışıyor mu? Ve    bu düşüncelerinizi eyleme geçiriyorsunuz. Belediye Başkanı’nın görüşme isteğini yedi aydır yerine getirmediniz. Bu kadar düşmanlık olur mu? Başarısız duruma düşmesi için nerede ise barajlar su tutmasın diye dua ettireceksiniz.
9- Feto denilen donunu bağlamasını bilmeyen sümüklü hainin çalışmalarını duymazlıktan geldiniz. Sizin döneminizde bu hain canlı kasetinde şöyle diyordu: “Devleti ele geçirmek için önce milli eğitimi, sonra emniyeti, sonra mülki idareyi, sonra yargıyı daha sonra askeriyeyi ele geçirmemiz gerekir. Bunu televizyonlarda ben izledim. Sizin jandarma istihbarat, emniyet istihbarat ve milli istihbaratınız var. Bu kurumlar size bunu çıtlatmadılar mı? Kucağınızda büyüttünüz, olimpiyatlar düzenlettiniz, özledik neredesiniz dediniz, ne istediniz de vermedik diyerek onları kucakladınız. Şimdi Feto’nun siyasi ayağının mecliste görüşülmesini istemeyip ipe un seriyorsunuz. Size bir şey söyleyeyim mi; siyasi ayağını bilmem ama galiba halk ayağını ben temsil ediyorum. Tek adam olduğunuz için bu suçu benim işlediğimi söyleseniz size inanacaklar.
10- Nenenizin çarık giydiğini unutarak vatan kurtaranların oturduğu binaları beğenmeyip saray ve saraylar yaptırdınız. Doymak bilmeyen büyüklük duygunuzun eseri olan Beştepe Sarayı’nın eklentilerinin bakımına yapılan yıllık masraf iki milyar liradır. (sizin deyiminizle katrilyon) Bunun yanında parasızlık nedeniyle bir milyon yüz bin üniversite öğrencimizin öğrenimlerini bıraktıklarını düşünürsek burnumuzun ucunu bile göremediğimizi anlamış oluruz.
11- Milyarlarca deprem paraları çarçur edilirken on sekiz sene içinde hasarlı binaların tespitini bile yaptıramadınız. Çocuklarımızı yeni Fetoların ellerine bıraktınız. Tarikat ve cemaat vakıflarını besleyip korumaya özen gösterdiniz.
12- Çagdaş eğitim veren okullar yerine biat ederek sesini çıkarmayan her denileni kabul eden sizin deyiminizle kindar ve dindar nesil yerine KİNCİ, DİNCİ,SİNSİ,ÇIKARCI,SAYGISIZ,PARAYA TAPAN nesil yetiştiren eğitime ağırlık veriliyor. Bu ülkeye yazık değil mi?
13- Uzun vadeli çağdaş bir eğitim planınız, tarım politikanız, sanayi politikanız, dış politikanız ne yazık ki yok. Günü birlik önlemlerle yuvarlanıp gidiyoruz. Milletin kıçında don yokken yakasına papyon takarcasına İstanbul’a yeni bir boğaz yapmak istiyorsunuz. Burada hakim olan ülkenin çıkarı değil. Sırf sizin egonuzdur. Etrafınıza topladığınız zeka ve birikim düzeyleri düşük kimselerin sizin isteğiniz doğrultusunda verdikleri raporları uygulatıyorsunuz. “Sokakta gülen, hamile olarak sokağa çıkan kadınların zayıf ahlaklı olduklarını söyleyen, Amerikan 6. Filosunu protesto eden gençleri taşlatan kişileri yüksek istişare kuruluna seçtiniz. Soruyorum; Bunlar ülkeye ne kazandıracaktır?
14- İki gün önce yaptığınız mitingde birlik ve beraberlik çağrısında bulundunuz. Dün de yaptığınız konuşmada muhalefet liderine seslenirken “sen bundan ne anlarsın, sen kasetle geldin kasetle gideceksin” diyerek toplumun bir kısmını itelediniz, kişilere hakaret ettiniz. Devlet adamına bunlar hiç yakışmıyor.
15- Dış ülkelere ayağını yere vurarak, “EYYYYY…” diyerek posta koymaya çalıştınız. Siz araplara baş olmaya çalışıyorsunuz. Bunlar Hazreti Peygamberimizin damadını ve torunlarını sırf makam için öldürmüşlerdir. Siz ve sizin gibilerin gözünün yaşına bakmazlar. Bakın Libya ile yaptığınız anlaşmanın geçersiz olduğu  Mısır önerisi; Mısır, Libya, Filistin üyelerinin de lehte verdikleri oylarla kabul edildi. Siz hala Filistinlileri korumaya çalışıyorsunuz. Dış devletlerde bir tane dostumuz kaldı mı? Dış Politikada bu kadar yanlış yapılır mı? Siz ülke çıkarlarını düşünmek zorundasınız. Kendi duygularınızı ülke çıkarlarının önüne koyamazsınız.
16- İş başına geldiğinizden beri yaptıklarınızı bir düşünelim: Karayollarına önem verdiniz. Alt geçitler, üst geçitler, köprüler yaptırarak yerleşim birimlerini bir birine bağladınız. Ama en kötüsü ne bilir misiniz; vatandaşlar arasındaki gönül bağlarını kopardınız. Bıçak yarası tedavi edilebilir ama dil yarasının tedavisi asırlar alır. Yapmanız gereken tek şey ülkemizi içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarmak için muhalefeti de yanınıza alarak zaman kayıp etmeden özellikle dış politikada akıllıca hareket etmek planını yapmaktır. Trump ile Putin arasında sarkaç gibi gidip gelmek çözüm değildir.
17- Terörü önlemek için silahla mücadele etmek yeterli olamaz. Güneydoğu Bölgesindeki ekonomik gelişmelere önem vermek, yatırım yapmak ve eğitimi yoğunlaştırmak gerekir. Unutmayalım ki huzuru yerinde olan, gelir düzeyi yerinde olan insanlar dağa çıkmaz. Tarikat ve cemaatlerden ülkeyi bir an önce kurtarmanız gerekir. Uyuşturucu eğitimden uzak durup çağdaş bir eğitimi okullarda devreye sokarak laboratuvarların çoğaltıldığı bir eğitim sistemine geçmek kaçınılmazdır. Önce teori sonra uygulama şarttır.
18- Sonuç olarak; yaptığınız, yol, köprü ve hastanelerle asla övünmeyin. Bunları üreterek yapmadınız, satarak yaptınız. Üstelik işin en kötüsü artık elde avuçta satacak bir şey kalmadığı gibi yap-işlet-devret modeli ile ülkenin yirmi beş yıllık geleceğini de ipotek altına aldırdınız. Ana muhalefet başkanı ile aranızda en belirgin farkı söyleyeyim mi; Kılıçdaroğlu ses tonu ile , mimikleri ile, el ve kol hareketleri ile etkili olamadığından doğruları kabul ettirmekte güçlük çekiyor. Siz ise ses tonunuzu, mimiklerinizi, el ve kol hareketlerinizi çok güzel ayarlıyor, sağ elinizi de kalbiniz üzerine getirerek yalanları topluma inandırabiliyorsunuz. Hitler’in propaganda bakanını iyi okumuşa benziyorsunuz. Ne diyordu; “Yalanın en büyüğünü söyleyeceksin ve  sıkça tekrar edeceksin ki insanlar sana inansın” Az konuşarak, birazcık okuyarak televizyonları izlememize zemin hazırlarsanız çok seviniriz. Haddim olmayarak yararlı olabilmişsem ne mutlu bana.


Sevgili Öğrencilerim ve Sevenlerim;

Yorum ve düşüncelerinize teşekkür ediyorum. Vatan sizden ve bizden kindar ve dindar nesil değil, adam gibi adam olan çağdaş bir nesil bekliyor. Bu konuda başarılar diliyorum. Bu arada Sayın Bahçeli'ye ve Erdoğan'a bir söz söylemeyi borç bildim. Sayın Bahçeli, Selahattin Demirtaş'ın yazdığı romanın sahneye uygulanışını izleyen kadınlarımız için normal bir insana yakışmayacak laflar ettiniz. CHP için de aynı tarzda anlamsız sözler söylediniz. "Tiyatroyu gidin Kandil'de kurun, Pensilvanya'da kurun, oralarda izleyin HDP ile birlikte kendinizi Kanal İstanbul'a atın bir daha da dönmeyin." diyorsunuz. Ayrılıkçı düşmanların bilinenleri, bilinmeyen ayrılıkçı düşmanlardan daha iyidir. Çünkü bilinene önlem alabilirsin, ya bilinmeyenlere ne yapacaksın. Ülkemiz içten eritiliyor içten. Kanal İstanbul henüz yapılmadı, yapılıncaya kadar sağ mıyız bilemeyiz. Ancak yapılsa bile sizin günahlarınızı Kanal İstanbul değil Okyanuslar temizleyemez. Unutma ki düşmanlar öldürülerek temizlenmez, kazanılarak, dost durumuna getirilerek etkisiz hale getirilir. Öldürerek kurtulmak mümkünse ne duruyorsun al eline silahını başla düşman avına. Şunu unutma ki CHP 'nin içinde bir takım ajanlar olabilir. Ama normalde vatan haini bulunmaz. Donunu bağlamasını bilmeyen Feto'nun arkasından gidecek kadar veya vatan haini PKK ile iş birliği yapacak kadar omurgasız ve seviyesiz insan CHP'de olamaz. Öyle sağ elini silecek gibi kullanmakla da milliyetçilik olmaz. Sayın Erdoğan, bu tiyatroyu izleyen kadınlarımız için afedersin bir sokak insanına bile yakışmayacak tarzda "Sıkıysa Diyarbakır'daki kadınların yanına gitsinler diye bir laf ettiniz. Bir cumhur başkanına böylesine bir laf yakışır mı? Geçmişte Yunanistan,Bulgaristan, Fransa, Rusya ve Benzeri ülkelerle çok savaşlarımız olmuştur. Şimdi bunlarla savaşmışız diye onların bilim adamlarını inkar mı edelim. Yunan filozoflarını okumayalım mı? Rus bestecilerini dinlemeyelim mi? Rus yazarlarının kitaplarını okumayalım mı? Demirtaş bir kitap yazmış, tiyatroya uygulanmış. Beğenirsin yada beğenmezsin. Beğenmiyorsan daha güzelini sen yaz. Seviyesiz sözleri söyleyerek Cumhurbaşkanlığının seviyesini düşürmeyin lütfen. HÜSEYİN AVNİ ŞANLI.

SADRETTİN ŞENEL ÖĞRETMEN DEN(28.Mart.2020)
Ben onsekiz yaşımda öğretmen oldum.
Öğretmen okulunda öyle bir kurdular ki bizleri, dağıldık Anadoluya zembereği boşanmış saat misali. 
Tut tutabilirsen....
- Her köye ışık olacaksınız!
-Köye model olacaksınız!
-Herkes sizi örnek almalı, herkes size imrenmeli.
  Benzetme gibi olmasın ''kundağı lehimli cingen tüfeği gibi'' bir kasınt, bir kasıntı. Eee! Kolay mı rol model olmak.Kolay mı en önde olmak. İyi maaş alıyorsun, köyün en iyi giyineni, en iyi bileni, en OKUMUŞU sensin.
Köyün sokaklarından geçerken önünden geçtiğin ''goca kapı'' birden açılıverir rastlantıymış gibi.Bir çift mahçup göz yarı gülümser yarı yalvarır.Kimbilir ne zamandır kapı ardında gelişini bekler. Köşe başındaki  (bu gün izi bile kalmamış) köy çeşmesi senin geçeceğin saat al yazmalı, al yanaklı, perçemleri alnında. zülüfleri sol kaşında  kızla dolar taşar.Kıkırdamalar, göz süzmeler, elindeki güğümü düşürmüş gibi yapıp çığlık atmalar senin içindir. Ne hayaller kurulur senin için.Ne Ah!lar ne iç çekişler. Duyarsın, bilirsin, hissedersin.
Öğrenciler kendini derse verip başları önündeyken masana bir öğrenci yanaşır usulca, arkadaşlarının duymasından korkarak fısıltıyla utangaç elindeki işlemeli mendili uzatır içindeki diploma için çekilmiş çift örgülü saçlı kızın resmiyle birlikte. ''Örtmenim, ''Abam'' bunu size yolladı.'' tam sırasına giderken hatırlamış gibi yapıp; ''Ha! Bi de selam söyledi.''
Ben onsekiz yaşımda öğretmen oldum.
Hiç onsekiz yaşımı yaşamadım.
Köyde en yakın arkadaşım ''Köy Muhtarı'' idi. Bir de en genci elli yaşında olan ''İhtiyar heyeti.''Onlarla oturdum onlarla kalktım. Akranlarım sarhoş olup sevdiğine  türkü yaktı  ben bir kere olsun sarhoş olmadım şöyle zil zurna. İçip içip Ah! çekemedim.  Bağrımı paçamı yırtıp ağlayamadım salya sümük. Bir kere bile ''uçkur altı'' fıkra anlatıp masadakileri yavşatamadım. Şöyle bir ''gelmişine geçmişine'' dünyanın, sövemedim ağız dolusu.  Koca koca adamlarla oturup kocaman laflar ettim. ''Adam gibi'' içtim onsekiz yaşımdayken.''Akıllı uslu'' ''Ağır abi'' tavırlarla.
Torosların da kaçkarların da tepesinde   hangi köyde olursam olayım her gün ama her gün traş oldum.(Her köye kömür ütümü yanımda götürürdüm.) hep ütülü elbiseyle gezdim. Bir de kravatım boynumdan hiç eksik olmadı. Ayakkabılarımı da kendim boyardım.(Hala kendim boyarım.) Tek öğretmendim, denetleyenim yoktu. Ama küçük aynama bakarken önce kendime sorardım giyimimi, kılığımı kıyafetimi. Önce kendime sorumluydum. Sonra çocuklarıma sonra köylüye. Önderdim ben. Modeldim. İmrenilen kişiydim. Ne demiş atalarımız;''At yemini kendi artırır.'' Ben insanlara saygı gösterirdim, insanlar da bana. ''Hoca efendi'' diye hitap ederlerdi. ''Öğretmen bey.'' derlerdi. saygılıydılar. Kahveye girdiğimde herkes yerinden kalkardı. Kendi sandalyesine oturmamı isterdi. Onlara göre bir ''değer verme'' işaretiydi bu davranışları.Misafirlikte en baş köşeye oturturlardı.
Onsekiz yaşımda ''kız istemeye'' gittim ben.
Daha doğrusu, kızı istemişler de vermemiş kız babası. oğlanın ailesi geldi bir gün; ''Hocam seni kırmazlar'' Diye. Kızın babasına gittiğimde, ''Hocam senin hatırın olmasa şart olsun vermezdim ama arada sen varsın.......'' diyerek kızını verdiğinde  öyle gurur duymuştum ki kendimle ve MESLEĞİMLE.
Öyle zırt pırt şehre inmezdik. İnip ne yapacaksın ki?Yeni çıkan kitaplar bir de transistörlü radyoya pil. Ne kredi kartı var ne ödenecek ekstre. Varımız yoğumuz kitap. Kitapsız olmazdı.  Aybaşları maaş almaya ayda bir, ya da havanın durumuna göre üç dört ayda bir. Zaten nasıl ineceksin ki şehre? Doğudaysan kızakla. (Sahi kaç günümüz öğretmeni kızak gördü ki!) Batıdaysan, yolun üstündeki akarsuları aşmak zorundasın. Akarsulardan nasıl geçilir bilirmisiniz? (Köylüler geçmek yerine nedendir bilinmez  ''atlamak'' der.) Donu tumanı ne varsa çıkarır bohça yaparsın.Bohçayı tek elinle başının üstünde tutar diğer elinle insan zincirine.İlk adımda hissedesin karıncalanmayı sonra alışırsın.Ayaklarını değdirdiğin su  dağın doruklarından  kopup gelen kar suyudur çünkü. Ayaklarını sürüye sürüye gidersin. Suyu ürkütmeden. Ayağını kaldırdığın an yıkar seni alır altına başlar yoğurmaya. Akarsular delidir, hırçındır,zalımdır,insafsızdır. Bir de akarsuya hiç bakmayacaksın. bakarsan gözün kararır. Zaten akarsu kendine bakandan hoşlanmaz, yutuverir, nasıl olduğunu anlamazsın. Bir de bakmışsın Akdenizdesin.
Bir makinam vardı sizin ''manuel''dediğiniz. teneffüslerde çocukların saçlarını ben traş ederdim.Sıfır numara. 
Çok güzel ayakkabı tamir ederim ben. Öyle gizli pençe yaparım ki gerçeğinden ayıramazsınız. (Sahi, siz gizli pençeyi bilmezsiniz ki.) Çocukların yırtılan ''cızlavet'' lastik ayakkabılarını da ben tamir ederdim. Lastik ayakkabı nasıl tamir edilir bilirmisiniz? Yırtılan yer kadar yama kesersiniz, maşayı sobada kızdırır yama ile ayakkabı arasına sokup üstten bastırdığınızda tamamdır. Eskisinden sağlam olur. 
Köyden ayrılırken de yas tutulurdu hilafsız. 
Şehre indiğimizde berber ''Delikanlı traşı'' ederdi. Ne ABD deniz piyadelerinin traşına ne başkasına öykünürdük. Spreyle saç dikeltme, kaş aldırma kaş arası oydurma falan. Tövbe. Böyle şeyler ''delikanlıyı bozar.'' Metrosexsüellik falan bilmezdik biz. Derste ne dizleri yırtık düdük panton ne sandalet. Özgürlüğün sınırlarını çizemeyip hırpani kılığı özgürlük adına içselleştirmedik.Aykırılıklarla saçla sakalla değil efendiliğinle, bilginle, görgünle, davranışınla varlığını ispatlarsın.O yıllar öğretmen öğretmen gibi, öğrenci öğrenci gibi, veli veli gibiydi. At izi it izine karışmamıştı henüz. 
İktidarlar bizi hiç yıldıramadı. Hiç bir iktidara kul olmadık. Maşası da. Yılmadık, yıkılmadık.Eğilmedik, bükülmedik. Korkmadık. Sendikalarımız derneklerimiz iktidarların yalakası olmadı hiç.  Çıktık mı meydanlara titretirdik egemeni. 
Gerici yobaz dinci kesimin kulu da olmadık kurbanı da. 
Mesleğimizi kişiliğimizin tatmin aracı olarak gördük, ''zaruri'' ya da zorunlu hizmet olarak görmedik.
Dağ gibiydik. Koca dağlar gibi. Nurhaklarda Sinandık, darağacında DENİZ,Taksim kanlı pazarda Nergiz.Sıvas Madıkmakta yanan Nesimiydik. Anadoluyduk velhasıl.
Şimdilerde olduğu gibi kimse ama hiç kimse el kaldıramazdı. Hem saygısından hem korkusundan. O yıllar canı isteyen veli öğretmen dövemezdi. Hele bir denesin. Köyde devleti temsil ediyordum çünkü. Kim devlete el kaldırabilir ki? Öğretmene el kaldıran şehri ''yakın'' diyen bir devlet kültürü hakimdi o yıllar. Devlet devlet gibi devletti yani. 
O yıllar öğretmeni şikayet hattı da yoktu. 
Elindeki telefonu bırakmadan dudak büken genç meslektaşım, saçları yoluk kaşlarının arası oyuk kardeşim; İnanmıyorsan kırk yıl önce İstanbula yorganını simit edip gelen ama hala İstanbullu olamamış babana sor.O bilir. Ben görev yaptığım köyde kentte her sokağı karış karış bilirim. Sen görev yaptığın yörenin hangi sokağını arabasız geçtin? Ben o sokaklardan geçerken duvar dibinde sıraya dizilip selam veren öğrencilerimin önce kendilerinin sonra çocuklarının sonra torunlarının nişanına, nikahına düğününe gittim. Gidiyorum. Seni mezun ettiğin kaç öğrencin sokakta gördüğünde selam verdi? Efendim! Zamanın gereği. Geçin bunları. Bir de dönün kendinize bakın. Biraz öz eleştiri yapın. Zamanın bu hale gelmesindeki rolünüzü iyi oynamışsınız. ELBETTE HALA ATATÜRKÇÜ ÇİZGİSİNDEN SAPMADAN ÖDÜN VERMEDEN  GÖREV YAPMAYA ÇALIŞAN ÖĞRETMENLERİMİZ VAR. ONLAR ELLERİ ÖPÜLESİ ÖĞRETMENLER. 
Çok mu çağdışıyım? O zamanlar geride mi kaldı? O zaman kaderinize razı olun. 
En son hangi kitabı okudunuz? Yoksa siz de internetten özet okuyanlardanmısınız?
Yırtık düdük  pantolonlarınıza kim imrenir sanıyorsunuz?Kuş yuvası saç modellerinize kim dönüp bakar?
En son ne zaman kendiniz oldunuz?
Kapitalizmin esiri olup iktidar yandaşı sendikaya üye olup  sakal bıraktığınızda ne mezun ettiğin öğrenci ne de yılda iki defa yapılan veli toplantısında gördüğün veli sana selam verir. 
Atatürkün çizgisinden ayrıldığında senin ve ülkenin başına neler gelir bir düşün.
 Bırakın ona buna öykünmeyi.Kendiniz olun. 
Kişilik sorunu olan meslek onurunu koruyabilir mi?
Siz model olmazsanız yerinizi başkaları alır. 
SADRETTİN ŞENEL
(Değerli öğretmen Nurten Bilenoğlu'na)

(2) ''Alnımızda bilgilerden bir çelenk,
            Nura doğru can atan Türk genciyiz...''
          Bizler onsekiz yaşında öğretmen olduk.
  Tercih formuna ''Türk bayrağının dalgalandığı her yer'' yazan, devletinin  ve milletinin dar olanakları ile ''LEYLİ MECCANİ''  okuttuğu yoksul köy çocukları.
            Öyle bir dağıldık ki Anadoluya
            Karıncalar misali
            Topraktan fışkıran tohumun güneşe uzanışı,
             Fidan bedenine suyun yürümesi
             Çiçeğe duran tomurcuk gibi. 
              Poseidonun hırsı ne ki?
              Dadaloğlunun öfkesi ne ki,
  Köroğlunun ak küheylanı misali şahlanıp daldık karanlığın ortasına. Ve yüzyıllar boyu ağulu engerekler gibi ülkenin  üstüne çöreklenmiş  cehalete öyle bir saldırdık ki çala kalem.
  Bizler onsekiz yaşında savaşın içinde bulduk kendimizi. ''Mübalağa cenk olundu.'' Yaman cenge tutuştuk cehaletle. Bitmedi, sürüyor savaş. Daha sürecek nesiller boyu.
Kolay olmuyor memleketin her yanını sarmış ayrık otlarını söküp atmak.Cehalet dediğin, garibanın başındaki bit, deriye yapışmış kene, en can alıcı en kırıcı salgından beter. Kan emici vampir, yedi başlı ejderhadır. Tüketir gücünü ülkenin  ağaçtaki kurt misali. İçten içe kemirir, yer bitirir.
                    Biraz daha sabır,
                    Biraz daha inat,
                    Kışın sonu ilkbahardır.
       Korkmadık, yılmadık, 
  Halay çeker gibi, horon teper gibi savaştık cehaletle. Karanlığın ardından aydınlığın geleceğini bilerek, inatla, umutla. 
Biz öğretmen okulu mezunları bayrağı Köy Enstitülü abilerimizden ablalarımızdan devraldık.Arkadan gelenlere devrettik. Yüz akıyla.  
Leyli meccani ne ola ki? Deyip telefonlarınızın tuşunda aramayın. PARASIZ YATILI demek.
Çoğumuzun kardeşleriyle  yattığı yer döşeği dışında kendine  ait yatağının  olduğu.
 Çoğumuzun kardeşiyle nöbetleşe giymediği kendine ait gömlek pantolon ayakkabısının olduğu, karnının doyduğu yuva.Çoğumuzun okula ilk geldiğinde anasının elde diktiği şeker çuvalından donu vardı. (Slip, boxer icat edilmemişti henüz.Belki icat edilmişti de biz bilmiyorduk.)
Devlet bize birer çift BEYKOZ kundura verdi, SÜMERBANK lacisi birer takım elbise diktirdi.(Sümerbanklar kapatılmamıştı o yıllar. Garibanlar Sümerbanktan giyinirdi.) Birer yakası kolalı kom gömlek. Birer şeridi EFLATUN şapka. Olduk birer filinta. Say ki  mavzerde dipçik.  
                Öf! ülen Öf! öf! 
                Yol verin dumanlı dağlar, karlı geçitler.
                 Aman vermez hırçın su.
                 Yok olsun cahillik
                  Aydınlansın Anadolu.
Tatil günleri topluca şehre inerdik.Sanırsın gelenler öğretmen okulu öğrencisi değil  sökün etmiş dağlar.O denli havalı. Sinemaya giderdik topluca. Parası olan olmayan diye ayrılmadan, tümümüz. Olanın parasını harcardık. Aslında her şeyi bölüşürdük  Bedrettin misali. 
      ''Yarin yanağından başka,
        Her şeyde hep beraber''dik.
 Sinemada Meksika köylülerinin  topraklarını elinden alan Diaz'ı tepeleyen Emiliano'yu  Meksika köylüleriyle birlikte VİVA ZAPATA diye alkışlardık. Zapatayı bazen Beşparmak dağlarındaki Çakırcalıya, bazen Anavarza kalesindeki İnce Memede benzetirdik. Bazen de Emilianonun atının üstünde kendimizi hayal ederdik. Meksika nire Anadolu nire? O yaşta bilirdik dünyanın neresinde olursa olsun ''ezen'' var, ''Ezilen''  var. Bir de haksızlığa BAŞKALDIRAN.
Bir de okulun kız öğrencileri vardı.(Bizim okulda kız arkadaşlar yatılı değildi. Ders bitince evlerine giderdi.Ne zaman paramız bitse harçlıklarını bizimle bölüşen can arkadaşlar.Arada bir her daim kilitli tutulan ''Misafir odası''ındaki misafirler için bulundurulan Yenice, Gelincik, Yeni Harman, Bahar gibi kalite cigaraları aşırıp bize getirirler Birinci, Bafra içmekten tıknefes olmuş bizler bayram ederdik.İyi kızlardı hepsi.)  Harbi kızlardı, delikanlı kızlardı.Çocukluktan yeni çıkmış  pileli etekli siyah çoraplı, düz doğal, boyasız, abartısız saçlarıyla kibar narin, zarif. Aşık olmaya kıyamadığımız, sevdalanmaya utandığımız arkadaşlarımız kardeşlerimiz. 
Onsekiz yaşında öğretmen olduk biz.
Adı ''Yok'' ''Yokluk'' köylerine dağıldık.Bilinmeyen, haritalarda olmayan Anadolunun en ücra köşelerinde karanlıklar içinde ışık bekleyen köylere. Issız dağ köylerinde  köpek havlamalarının çakal ulumalarına karıştığı zifir gecelerde beş numara lambanın titrek ışığında kitabıyla bir başına. Bir de kocaman yüreklerimizle. Kız arkadaşlarımız da aynı zorlukları yaşadılar. Gittikleri köylerde; Sesti, nefesti,sevgiydi onlar. Özlenendi. Beklenendiler. Gittikleri köylere gülmeyi götürürlerdi. Köyün kadınları gülmeyi onlardan öğrenirdi. Güzel gülerdi onlar. Onlarla birlikte köyün kadınları güler, çocukları güler, dünya gülerdi. 
 Hepsi birer Artemisti ay gibi. Athenaydı yurda bereket. 
 Asenaydı boz yeleli dişi kurt. 
 Hepsi birer Kuvvacı Halide,
 Birer Çalıkuşu Ferideydi. 
           Onsekiz yaşında öğretmen olduk biz. 
Gittiğimiz hiç bir köyde devletten hiç bir şey istemedik. Aklımıza bile gelmedi istemek. İstemeye utanırdık ki. ''Devletin imkanı olsa verir'' diye düşünürdük. O yıllar biz devletimize inanır, devlet bize güvenirdi. Gittiğin köyde okul varsa şanslısın.Yoksa da; Ne gam! Biz varız ya! Okulu yaratırsın. sana her yer okul. Sen el atan da okul  olur, çiçek olur her yan. Öyle afili sıralarımızda yoktu. Köy marangozunun ''çaktığı'' çam kokulu sıralar neyimize yetmiyor? 
Sakalı İhvan saçları kukumav yuvası genç öğretmen arkadaşım; Bizim sizin ki gibi akıllı tahtalarımız da yoktu.
 ''Kara tahta'' larımız vardı. Tahtalarımızı biz boyardık. Tahta nasıl boyanır bilirmisiniz siz? Ne olur dudak bükme. Elindeki telefondan kurtulda dinle biraz. Önce yeterince yumurta akını iyice çırpar köpürtürsün. (Yok mikserle değil, elle. Mikser derken elektrikte istersin sen. Güldürme beni.)Soba kurumunu güzel elekten geçirir inceltirsin. Yumurta akına yedirirsin. Ahanda sana tahta boyası. Filli boya halt etmiş! 
 Yoktan var etmeyi bilirmisiniz siz? Onun hazzını tattınız mı?Var ettiğiniz eserinizin karşısına geçip seyrettiniz mi hiç? 
 Göğüs kafesine sığmaz yüreğiniz. Yarattığınız eserinizle birlikte büyürsünüz.Kocaman olursunuz.Göklere değer başınız. Erişilmez olursunuz. Dünyayı fethedersiniz. 
 Bir köyde okul açınca cümle çiçeklerde açar. Çocukların şarkılarına tüm kuşlar eşlik eder.
    Geceler gündüze döner.  Yeniliğe çağdaşlığa uzanır köy sizin ellerinizle. 
 Sevgi sarar dünyayı. 
 Bir köye bir okul açtığınızda karanlıklar kör kapıların ardındaki kirli kuytulara kaçar.

SADRETTİN ŞENEL

Yorumlar

Popüler Yayınlar